ALGI KRALLIĞI

Çağımızın her şeyi “kısa yollarla” halletmeyi kodlayan ve bu kodlamayı her zihne ısrarla taşımaya azmetmiş kültürüne inat, İlahi kudretin lütfettiği kulları dışında (ki artık onlardan kaldı mı bilmiyorum), biliyoruz ki insanı müzeyyen kılan, kemal noktasına taşıyan hiçbir varış noktasına kısa yoldan varılmamıştır.
Zira siyer kitapları kâinata dirilik veren ve insanın kaderini çabasına bağladığını ikaz eden ilahi beyanın dahi, sözün gücünü insanlara ulaştırmak için seçtiği elçilerini kemâl noktasına taşımak için bin bir eziyetten geçirdiğini ve günümüz insanının hayal bile edemeyeceği bir mahrumiyet eğitiminden sonra elçilik görevini yüklediğini izah etmektedir.
Yüzlerce medeniyete annelik yapmış okuma yazmasız Anadolu irfanının, “çile, insanın pişeceği kaptır” olarak tarif ettiği bu realite; aynı zamanda hiçbir esaslı varış noktasının kestirmesinin olmadığını, hayat denen yolculuğun hamlıktan pişmeye doğru sabır, dirayet ve mukavemet isteyen; zorlu, zorluğu ölçüsünde de öğretici ve bereketli bir “kendini” arayış yolculuğu olduğunu benliğimize fısıldıyor.
Ancak insanlığın tecrübesinden ortaya çıkmış bu kadim öğretiye rağmen; bugün zihnimizi ele geçirmeye çalışan haz, hız ve ayartıcı güçlerden beslenen kültür; insanla her şey arasında “kısayollar oluşturmayı” bir marifet gibi sunarak; günümüz insanını, her şeyin oturduğun yerden elini uzatarak ulaşılabilir olduğuna inandırmak ve ikna etmek için geceli gündüzlü çalışıyor.
Oluşturmayı nispeten başardıkları bu algı ile; bugün iki satır kitap okuyan bir konuya vakıf olduğunu, azıcık sohbet dinleyen koca koca tarih ciltlerinin esasına erdiğini, iki film izleyen sinemanın dibini bulduğunu, iki menkıbe duyan ceplerinden hikmet taştığını, iki satır karalayan edebiyatta çığır açtığını düşünebiliyor.
Oysaki bize kodlanan değerler, beslendiğimiz ruh kökleri ve manevi dinamiklerimizden biliyoruz ki; bedeli ödenmemiş, cefası çekilmemiş, hakkı verilmemiş, uğruna yürek teri dökülmemiş yani samimiyetle nakış nakış işlenmemiş hiçbir söz kalbe ulaşmaz; hiçbir iddia sonuca ulaşmaz, hiçbir kanaat kemale ulaştırmaz, hiçbir malumat bilgi sunmaz, hiçbir kelam da hakikate ulaştırmaz.
Yani tüm bu saydıklarım olmadan, kapımıza bırakılan şey aslında sanıldığı gibi bir nasip veya nimet değil, tam aksine birer imtihan vesilesidir.
Bu yüzden ısrarla belirtiyorum, konu ve saha ne olursa olsun; öğrenmeyi bypass ederek, bedel ödemekten vazgeçerek, sözüm ona vakitten kazandıracak o kestirme güzergâhları aramakla ömrünüzü israf etmeyin!
Çünkü diz çökmeden, dirsek çürütmeden, mürekkep yalamadan, hakkını vermeden, çilesini çekmeden kimse bir yere varamamıştır; varsa dahi kendinde olanı kaybetmiş, bulunduğu yerin şeklini almış, özne olmaktan vazgeçmiştir. Çünkü “asıl” olan her şey, hakikatin bir parçasıdır ve hakikatin hiçbir cüzünün de kısa yolu yoktur.
Tabi bu madalyonun bir yüzü. Bu madalyonun bir de bizden saklanan ‘karanlık’ bir yüzü daha var ki akıllara zarar bir tablo var önümüzde.
Üstelik bu tablo; ısrarla karanlıktan beslenen ve insanın gölge yanını elimizdeki ekranlar marifetiyle zihnimize nakşetmeye çalışmak için yedi yirmi dört mesai yapanların yürek teri döktüğü bir tablo.
Bu yüzden de at izi ile it izinin, ak ile karanın, iman ile küfrün, tevhit ile şirkin, hak ile batılın, liyakatle sadakatin birbirine karıştığı; her geçen gün daha yüzeysel, daha duygusuz, daha nezaketsiz bir toplum olmaya doğru koşar adım gittiğimiz bu paslı zaman diliminde dünyadan el etek çekmek gibi bir şansımız da lüksümüz de yok. Çünkü yaşadığımız çağın kanayan “insani, irfani ve vicdani” yaraları, vaktin çocukları olarak her birimizin sırtına çok ağır yükler yüklüyor.
Ancak, günün yirmi dört saatinin uyanık kaldığımız her dakikasını dünyada olan bitenle geçirmenin ve zihnimizin hemen hemen tamamını giderek karmaşıklaşan bu gelgite terk etmenin de; insanı, içindeki dünyadan kopardığını ve dışardaki gürültüden içerdeki seslerin duyul(a)madığını da biliyoruz.
Peki, ne yapmak lazım?
“Sormak, aklın dindarlığıdır” diyen ilmin kapısı Hz. Ali(ra)’nin izince, herşeyin “kısa yola” odaklandığı ve insanın “esfel” tarafının beslendiği bu süreçte, bence sorgulayarak başlamamız lazım bu işe;
Her gece salonlarımızdaki televizyonda tam olarak kaç cinayet işlendiğini, kaç saldırı gerçekleştiğini, kaç tecavüz yaşandığını, kaç ihanet ilişkisi kurulduğunu sayabiliyor musunuz?
Algı krallığının tahtında oturan medyanın her Allah’ın günü sırf ilgi çekmek, reyting almak, fazla tıklanmak adına yaptığı web sayfalarında bütün bu insanlık sapmalarını, insanın karanlık ve gölge yanını neyin beslediğini görebilmek bu kadar mı zor?
Büyük gazetelerin web sayfalarında her gün servis edilen ‘kadın’ odaklı haberlerin, görsellerin veya bu amaçla yayımlanan haberlerin yaydığı kültürün sokaklardaki taciz kültüründen ne farkı var?
Aynı sayfalarda cinayetlerden, tacizlerden, kavgalardan, kazalardan özenle seçilmiş video görüntüleri şiddetin ve ölümün pornografisi değil de nedir?
Tüm bunlar kimin için özenle hazırlanıyor ve bu karanlık tezgâhlar hangi müşteriler için kuruluyor her gün?
Söz, neden herkesin aynı anda çiğnediği ve tadı bitince çıkarıp attığı bir dil eğlencesine dönüştü, neden bugün gücün sözü sözün gücüne üstün geldi de, kelimeler bile yoruldu yaşanmayan cümleler kurmaktan?
İnsanlığın atası, yüzlerce medeniyete annelik yapan, bağrında sayılamayacak kadar hikmet ehli barındıran, her karışı toprak altındaki dirilerin şehadetleriyle süslenmiş bu kadim coğrafyada sevgi, iyilik, merhamet, adalet adına hiç mi güzel bir şey yaşanmıyor?
Biz bu kadar kötü insanlar mıyız gerçekten veya üzerinde tepindiğimiz manevi dinamiklere rağmen ayarı bu kadar düşmüş bir toplum muyuz? Evet, ben de katılıyorum ki biz anlatıldığı ve gösterildiği kadar “kötü” değiliz; kötü taraflarımız, zaaflarımız, yanlışlarımız olsa bile böyle karanlık bir fotoğrafı hak etmiyoruz.
Peki, madem hak etmiyoruz, öyleyse neden çektirdiğimiz fotoğraf böyle karanlık çıkıyor? Veya neden gözümüzün ve zihinlerimizin içine karanlık bile isteye boca ediliyor? Ya da neden birbirimize inanmıyor, birbirimizi sevmiyor, birbirimizin iyiliğine ihtimal vermiyoruz?
Evlerde, kahvehanelerde, iş yerlerinde, parklarda, stadyumlarda, otobüslerde, trenlerde, vapurlarda, medyada, sosyal medyada, akla gelebilecek her yerde, birbirimiz hakkında neden vicdansızca, insafsızca, ölçüsüzce atıp tutuyoruz; çenelerimize, zihinlerimize, ihtiraslarımıza, nefislerimize, şehvetlerimize teslim oluyoruz?
Neden bu kadar kolay yakıştırıyoruz bu kadar ağır suçları, ayıpları, günahları birbirimize?
Birbirine kötülüğü ve ahlaksızlığı bu kadar kolay, bu kadar sık ve bu kadar ölçüsüzce yakıştıran bir toplum, zamanla mizanını şaşırarak, iyiliği ve güzelliği bütünüyle kaybetmeyecek; bu karanlık fotoğrafın içini gerçekten doldurmayacak mıdır sizce de?
Başta kendi zavallı nefsim; her gün bu kirli ve kanlı gösteriyi izleyip, birbirlerine “yahu ne oluyor bu dünyaya?” diye soranlar, bu karanlık sahnelerde sizin parmak izleriniz yok mu sanıyorsunuz?
Öyle ya; cinayet haberlerinden, vahşet görüntülerinden, ölüm videolarından ilgi devşiren medyanın müşterisi kim? Haber bültenlerini “canlı ölüm” gösterileriyle bezeyen “arz“ın “talep“i nereden?
Biz inandığımız hakikati görünür kılacak insanı, hayatı, tefekkürü, irfanı, ahlakı içimizde ve dışımızda inşa etmeye de memur değil miydik bu dünyada?
Evet, eminim farkındasınız!
Küçük meselelerle uğraşan, mikroyu solukladığımız için makroyu atlayan, bütünün parçası olduğumuz için bütünden bihaber insanlar olduğumuz için; idraklerimiz de hissedişlerimiz de yaşayışlarımız da; bu yedi yirmi dört algı operasyonlarıyla gittikçe küçülüyor.
İmkân bulsa turlara katılıp dünyanın bütün köşe bucağını dolaşacak, uzak yakın demeden her mesafeyi aşacak, her yere gidecek insanlar; kendi iç dünyasından habersiz, kendinden çıkıp kendine bakamayacak kadar mecalsiz bugün!
Bu yüzden de kör bir inat ve acınası bir aldanışla yaşamı yeme, içme, uyku, üreme ve ölümden ibaret gören; tek dünyalı, nezaketin, zarafetin, bilgeliğin, hayatı güzelleştiren sırların peşine düşecek hevesi çoktan geride bırakmış; her kötü giden şeyden, her eksik bırakan çözülüşten, her doldurulamaz boşluktan hep “başkalarını” sorumlu tutmayı alışkanlık edinmiş bir insan tipi hızla yayılıyor.
Bakın elimize ve gözümüze yapışık ekranlarla, gözümüzün içine “rol model” olarak sokulan ‘gelgeç’ profillere lütfen!
“Rabbin yarattığı güzelliği yetersiz bulurcasına” kozmetik formüller üreterek görünüşler makyajlandı önce. Sonra kendi kişiliklerini yetersiz bularak imaj çalışmaları, karakter transferleri başladı.
Saçlar başka bir renge boyalı, gözler lens, kirpikler takma, dişler implant, yüz kozmetikten ve cerrahi operasyonlardan görünmüyor, koku filanca markanın losyonu, takı ve giysiler fabrikasyon markalardan, dil ise günün geçerli kalıplarından uyarlama değil mi?
Bunlardan geriye kalan, eğer ulaşabilirseniz insan!
Sormak gerekmez mi cidden;
Vaktimizi bunlarla bozuk para gibi harcadık, elimizde ne kaldı?
Gece gündüz bunlarla meşgul olduk, zihnimizde ne kaldı?
İstedik, arzu ettik, kalbimizde ne kaldı?
Savunduk, dava edindik, kavlimizde ne kaldı?
Çıkıp meydanın orta yerinde avazımız çıktığı kadar “bir topluluğun fertleri için, birbirlerini sevmek giderek zorlaşıyor, birbirlerinden nefret etmek kolaylaşıyorsa eğer; diğer bütün meseleleri ikincil hale getirecek asıl büyük mesele budur!” diye haykırmak gerekmez mi sizce de?
Herkesin tek tek kendisinden çok emin ve maalesef hiç kimsenin bir başkasından hiç emin olmadığı bu karanlık iklimde; varlığımızın nasıl acımasız bir işgalin tahakkümü altında olduğunu görebilmemiz için; gün boyu bizi nelerin meşgul ettiğine biraz daha yakından bakmamız yeterli olmaz mı gerçekten?
Peki ne yapmalıyız, nasıl çözülür bu kördüğüm?
Her tarafın toza dumana gark olduğu, görüş mesafesinin düştüğü, dolayısıyla nerede durmamız ya da ne tarafa doğru gitmemiz gerektiğini tespit etmenin müşkül bir hal aldığı bu fetret döneminde;
İnsanı tarif etmeyi, sınırlarını belirlemeyi, ona bir hayat biçmeyi, bir kılık giydirmeyi, idealler sunmayı, doğrusunu yanlışını eline tutuşturmayı, mutluluğuna adres, başarılarına hedef göstermeyi, yani insanın hamurunu karmayı onu var eden yegâne kudretin elinden alıp insanın sınırlı ve sorunlu aklına emanet etmek için yedi yirmi dört çalışan ve ısrarla karanlığı besleyen sistem(ler)in farkına varmak sanırım ilk ve en önemli adım olmalı.
Sonra?
Piyasalara, sektörlere, vitrinlere, pazarlara, beğenilere, değişimlere, trendlere kaptırdığımız iradelerimizi kurtarmalıyız.
İnsanın; her şeyi açıklayabileceğini, her durumu kavrayabileceğini, her gizi çözebileceğini, bunun ölçüsüne, tartısına, bilimine sahip olduğunu, aklının bunların hepsine yeteceğini, yettiğini söyleyen; yalanlardan yonttuğumuz tanrılarımızı öldürmeliyiz.
Fikirlerin uzun uzun konuşulabildiği; hazmedilerek, demlenerek olgunlaşmış anlayışlara dönüştüğü, sözü söyleyenin liyakatinden hem kendisinin, hem de muhataplarının emin olduğu, olabildiği zaman ve mekânlar bulmalı; doğrularda kalabalıklaşmak için yürek teri dökmeliyiz.
Dünyaya hükmetmek isteyen gözü dönmüş egemenlerin, çocukların üstüne bomba yağdıran zorba yönetimlerin, güç simsarlarının, kötülük odaklarının, pervasız zorbaların, cinayet tezgâhtarlarının, itibar katillerinin, samimiyet cellatlarının, örtülü şebekelerin, vesayet mühendislerinin, kara kampanyacıların istikametiyle aksi istikamette yerimizi almayı öğrenmeliyiz.
Her işin bir matematiği olduğunu bilmeli, hesaplarımızı çoklu ihtimaller üzerinden yapmalı, mümkün olan en isabetli varış noktalarına varmak için çaba göstermeliyiz.
Çünkü önce insan ve sonra da “inanmış”, “inandığını iddia eden” insanlar olarak; ihanet ve hainliğe karşı yiğitliği, zulme karşı masumiyeti, canavarlığa karşı insanlığı, kötülüğe karşı iyiliği beslemek zorunda ve borcundayız.
Ancak geri dönmek için yola çıkmadan önce, elde ettiğimize kendimizi fazlasıyla inandırdığımız her şeyi de benliğimizden çıkarıp atmamız şart! Kabul edelim ki bu yol, bu taşınmaz ağırlıklarla geri yürünmez.
Varsa mecalimiz, değiştirmeye buralardan başlamalıyız her şeyi.
Çünkü boşuna değiliz hiçbirimiz, boş yere yaratılmadık ve yaratan kudretin her birimizle ilgili bir hikâyenin içini doldurmak, bir cümleyi tamamlamak, bir ezgiyi yankılandırmak, hayatı eksik bırakmamak adına bizden bir muradı, bir umudu var.
Belki de bir tek biz hariç, âlemde bulunan her ‘yaratılmış’ bunun farkında…