Kısa süre içinde yeniden yayına açılacak olan sitemizde 1.000 TL ve üzeri kargo ücretsizdir. Kısa süre içinde yeniden yayına açılacak olan sitemizde 1.000 TL ve üzeri kargo ücretsizdir. Kısa süre içinde yeniden yayına açılacak olan sitemizde 1.000 TL ve üzeri kargo ücretsizdir. Kısa süre içinde yeniden yayına açılacak olan sitemizde 1.000 TL ve üzeri kargo ücretsizdir.

KALBİN FETVASI

Tarih: 12.07.2024 11:49
KALBİN FETVASI
KALBİN FETVASI

Mail veya sosyal medya üzerinden “bilginin çok kirli olduğu, nereye dönmesi gerektiğini bilmediği, hangi kaynağa nasıl inanması gerektiğini bilmediği”ne dair o kadar çok mesaj alıyorum ki son dönemde ve bu mesajların sayısı her geçen gün artıyor üstelik!

“Ne okumalıyım, ne tavsiye edersiniz, hangi kitaplar ruhumu teskin eder, hocam herşey neden bu kadar karışık?” türünden soruların haddi var hesabı yok ve bu sorularda kendi kendisine ve öz değerlerine yabancılaşan insanların iç çatışmasına ilişkin o kadar çok ipucu var ki!

Öncelikle şunu anlamalıyız ki, imanın konusu, aklen ve ilmen kendisinden emin olduğumuz şeydir.Yani “kabul edip düşünme yoktur, düşündükten sonra kabul etme vardır” ki burda toplumun “kutsal” olarak dikte ettiği kodlamalar devre dışı kalır ve insan tıpkı İbrahim(as) gibi “hakikat” arayışında ise “Rabbini” kendisi arar ve bulur!

İlahi kudret ise, “din” dediğimiz yaşam biçimini, son ilahi beyan ile tamamladığını ilan etmiştir.  Öyleyse, mükemmel olarak tanımlanan, “tamamlanmış” olana yapılan her ilave, bu bilgilerin genleriyle oynamak, anatomisini bozmaktır.

Bugünkü bilgi kirliliğinin yarattığı sıkıntı tam da burada başlar!

Zira kirlilik “tamamlanmış” olanda değil, tamamlanmış olana genetiği bozulmuş, dejenere edilmiş, hormonlu bilgilerle yapılan ek ve eklemelerdedir.

Bu eklemeler yüzünden değil midir ki; insanlar şeyhlerini, gavslarını, kutuplarını, hocalarını, üstatlarını,liderlerini müşriklerin yaptığı gibi putlaştırıyor ve dönüp “bunlar bizi Allah’a yaklaştırıyor” (Zümer, 3) sahte mazeretine sığınıyorlar.

Bu eklemeler yüzünden değil midir ki, “evliya” diye adlandırdıkları çoğu ölü azı diri kullara kul oluyorlar. Bu eklemeler yüzünden değil midir ki; imanlı bir ömür için dua etmek yerine “son nefeste iman” için dua ediyor; İlahi beyanın “Firavun imanı” olarak tanımladığı reddedilmiş bir imanı istediklerinin farkına dahi varmıyorlar.

Bu eklemeler yüzünden değil midir ki; Alemlere rahmet olan “Kızım Fatıma! Babam peygamber diye güvenme! Vallahi yarın senin için bir şey yapamam!” demesine rağmen, arkalarına takıldıklarından “kurtuluş” dileniyor ve “ölü yıkayıcı(gassal) elinde ölü gibi” oluyorlar!

Bu eklemeler yüzünden değil midir ki; İlahi beyan; aklen, fikren, ruhen ve dahi bedenen diriliş çağrısı yaparken, bu eklemeler “ölü gibi olma” çağrısı yapıyorlar.

“Kalp insanın pusulasıdır” derdi eskiler. Alemlere rahmet olan ise çağlar ötesinden bu kirli çağın ve bundan sonraki çağların göğsüne zaten fısıldamıştır;

“Kalbinden fetva iste!

Öyle ya, sağlam ve sahih bilgi, dengeli düşünce, sorumluluk, muhabbet ve basiret bir arada olunca, ortaya çıkacak samimiyet zaten kalbe pusula olmaz, vicdana yol haritası çizmez mi?

Bu yüzden ısrarla haykırıyorum ya, gayeniz Muhammedi seda ise bilin ki o kişiyi sadece kendisi olmaya, özüne dönmeye, ruh köklerine tutunmaya, misakına sadık kalmaya, fıtratına bağlı kalmaya çağırır.

Ötesi yok. Emin olun sadece bu kadar!

Bu yüzden olsa gerek Allah’ın kesesinden başkalarına manevi rüşvet dağıtan gönül ve mana haramileri, hiç ilgi alanıma girmiyor!

Yine bu yüzden olsa gerek tavşana kaç, tazıya tut diyen; önce kuduz mikrobunu yayıp sonra itlaf ekipleriyle kudurttuklarını temizlemeye kalkan; birilerinin radarlarıyla “semi”, istihbaratıyla “habîr”, kitle imha silahlarıyla “kahhar”, otoritesiyle “cebbar”, ekonomisiyle “rezzak”, beyin gücüyle “alim” olduğuna iman ettiği insanların omuzlarında gücüne güç katan ve bu güçle dünyayı haraca kesen, gözyaşı kan ve alın teri üzerine saltanat kurarak zulüm gemisini yürütmeye çalışan küresel egemen korsanların yarattıkları korku imparatorluğu hiç ilgimi çekmiyor!

Çünkü biliyorum ki “rıza” adına bu kubbeye salınmışhiçbir ses zayi olmaz! Samimiyetten kopan ruhsuz bir başarı planlaması ise sonu hüsran ile bitecek bir ütopyadır.

İman ediyorum ki, O(cc) yüceltirse kimse alçaltamaz, O(cc) alçaklığa mahkûm etti ise, hangi zorbalık kullanılırsa kullanılsın, insan ilelebet yücelemez.

Hal bu iken yol haritası sizce de sadece “kalbin fetvası” yeterli değil mi?

Ama belirtmek gerekir ki gaye, bu fetvanın doğruluğu ise ona da nasuh bir pişmanlık şart.

Yani, ömrü sıfırlayıp hayat adlı koşuya, gözyaşıyla yenilenen akit sonrası yeniden başlama noktası. Yani kilometrenin sıfırı gösterdiği “başlangıç noktası”.

Bunu başarabilirseniz emin olun ki, kalbiniz ihtiyacınız olan tüm fetvaları sunacaktır.

Peki “kalplerimiz neden yanlış fetvalar” veriyor? Bir de böyle bir soru vardı.

Bence bunun iki sebebi var!

İlk sebep, kâinatın zıtlıklar üzerine bina edildiğini okuyamıyor oluşumuz!

Çünkü biz sıcaksak soğuğa tahammülümüz olmuyor, biz beyaz isek siyaha katlanamıyoruz, biz doğru isek eğriyi sadece itiyoruz ve bu zıtlıkların “birbirinden beslendiğini” göremiyoruz!

Oysa bakın ariflerin kitab-ül süğra (büyük kitap) dediği kainat kitabına.

Siyah olmazsa beyazın, soğuk olmazsa sıcağın, eğri olmazsa doğrunun, gece olmazsa gündüzün, kötü olmazsa iyinin anlamı kalmıyor ve hayat tüm bu zıtlıklarla anlam derinliğini yakalıyor.

Yani muhatabımız bizim bakışımızla kötü ise biz iyi olduğumuzu bu sayede fark edebiliyoruz, eğer o zalimse biz mazlum sıfatını bu şekilde kazanabiliyoruz, eğer o eğri ise biz doğruluğumuzu bu şekilde perçinleyebiliyoruz.

Kötüler, eğriler, vicdansızlar, merhamet yoksunları tabi ki olacak ve biz onların varlığı sayesinde Adem’likten Adam’lığa çıktığımız bu yolculukta, kötü yanlarımızı fark edip iyi yanlarımızı besleyerek kemale ereceğiz.

Ancak burada mihenk taşı bizim bakışımız değil, ilahi öğretinin kurduğu hakikat terazisi olmalıdır ve biz gerektiğinde o hakikat kantarına tek başımıza çıkabilme cesaretini göstermeli, bir başkasının günahını, hatasını, kusurunu yüreğimize katık ederek kendi vicdanımızı aklamaktan, kendimizi aziz kılma çabasından vazgeçmeliyiz.

Öyleyse diyebiliriz ki, bizim gibi düşünmeyen, bizim istediğimiz gibi davranmayan, bizim istediğimiz gibi akl(e)demeyen kişi veya kişileri de bu bağlamda okuduğumuz zaman onların varlıklarını birer külfet değil nimet olarak görmeli; her farklılığı birer ayet olarak sindirmeliyiz.

Tam da bu noktada belirtmeliyim ki ne kötülük çok, aslında ne de kötüler.

Sadece “iyiler” yalnız. Zira, canları o kadar yanmış ki yalnızlığı bir yaşam biçimi olarak seçip sadece “kendi yüreklerini” yuvaları yapmışlar.

Sorunumuz onların doğrularda kalabalıklaşması!

Onlar eğer “ortak iyiyi” iktidara taşımak için hareket ederlerse emin olun dünyada kötülük barınamaz.

İkinci sebep ise tamir ahlâkından uzaklaşmamız!

Zira kişi başına düşen milli geliri 30-40 bin dolar olan ülkelerin dayattığı, üretim ve tüketim çarkını bunun üzerine bina eden kapitalist kültürün “bozulanı atma” ve “yenisine yönelme” ahlâkı bize bulaştığı günden beri adım adım insani ilişkilerimiz de “kullan at” kültürünün rengine bulanıyor.

Dünyanın kaymağını yiyen, kendisine benzemeyeni yok sayan bu şımarık ve küstah azınlığın hayat standardını koruma endişesi içinde “kullan at” standardını sürdürmeleri, dökülen kanlarda, yıkılan ocaklarda, bir hiç uğruna açılan savaşlardaki maliyeti dünyanın geri kalanına kaça mal olmakta konusu derin bir konu!

Ancak bu kültür; toplum mühendisleri sayesinde insana doğuştan verilmiş olan merak güdüsü, değişiklik ve farklılık arzusunu kullanarak; insanın nefsine hitap eden haz, hız ve ayartıcı güçleri önceleyerek; insan denen kutsalın ait olduğu kültürü, ruh köklerine olan bağlılığını veya sadece yaşam tarzını değil, birbirleri ile olan iletişim tarzını da hızla değiştirerek çirkin bir istismara alet ediyor.

İşin ilginç tarafı ise; kendisi dışındaki her farklılığı, elinde bulundurduğu “bilginin gücü” sayesinde yok sayan bu mühendislik; toplumsal kabullerin inşa ettiği kültür katliamını dahi sözüm ona “bireylerin özgür seçimleri” imiş gibi takdim ediyor ve bunda yazık ki başarılı da oluyor!

Ancak ısrarla takdim edilen bu “kullan at” kültürü insan-eşya ilişkisinin dayandığı ahlaki zemini yok ettiği gibi insani ilişkilerin tamirini de imkânsız hale getiriyor.

Oysa ki bir toplum, özellikle insani ilişkilerde tâmir ahlakını yitirir; irfani bakışla özür dileme, pişman olma ve kendi hatasını anlama yerine muhatabının beşeriyetinden kaynaklı olası hata, kusur ve yanlışlarından dolayı kaldırıp atar ve muhatabını insan olarak görmek yerine imkân olarak görmeye başlarsa, bu bir süre sonra günümüz insanın şu an zaten içine gömüldüğü yalnızlık çukurunu daha da derin hale getirir.

Bozulan iletişim ve ilişkileri tamir edemiyor oluşumuzdan ve tamir ahlâkını yitirdiğimizden değil midir ki yüreklerimiz mezarlık gibi adeta!

İlk bozulduğu yerde iletişimi tamir etmek yerine bitirip yenisini arayan tipler bu kültürün ürünü mamüller değil mi sizce de?

Aynı yastıkta altmış yıl devam eden evlilikler, elli yıl süren dostluklar, bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı bu kültürün neresine düşer?

Hastalanınca yapılması gereken tedavi de bir tamir değil midir?

Biz bozulan herhangi bir organımızı kaldırıp atabiliyor muyuz?

Bu tür soruları biliyorum ki yığınla çoğaltabiliriz!

Ancak tamir ahlâkını yeniden diriltmemiz gerekiyor!

Zira seçip ayıran “mümeyyiz” bir akıl, yani akledebilen bir kalple tefekkür ettiğinizde idrak ediyorsunuz ki mahcubiyet, özür dilemeye sebeptir ve dilin kırdığı kalp, ancak özür yoluyla yeniden tamir olabilir.

Ancak burda dikkat edilmesi gereken şey yürek fethini sağlayabilecek özrün, tıpkı tevbede olduğu gibi gönülde yeşermesi, zihinde filizlenmesi veya pişmesi ve dilden hâle dönüşmesidir. Bu olmadığı takdirde “özürlerin” ne sonu gelir, ne anlamı kalır, ne de kulaktan kalbe inip yıkılan gönül Kabe’sini yeniden mamur hale getirir.

Yani herşeyde olduğu gibi özür ve mahcubiyette de mekan kalptir.

Bu yüzdendir ki ilahi kitap öğüt almayan ve aklını kullanmayanlara “kalpsiz” diyor. Tıpkı fiziken “diri” denilenlere “ölü”, fiziken ölü denilenlere “diri”, görüyor denilenlere “kör”, işitiyor denilenlere “sağır” dediği gibi.

Zira ilahi hitabın muhatap aldığı insan “yiyen, içen, hareket eden, üreyen” beşer değil, “seçen, kabul eden, reddeden, kendi beninin farkında olan, düşünen, iman ve inkar eden” insan’dır.

İlahi hitap işte bu yüzden, muhatabında “mümeyyiz” bir akıl inşa etmeyi amaçlıyor.

Çünkü bilinç, ancak bu diri akılla yenilenebilir. Kusurunu fark etme, noksanını bilme, hatasına af dileme, yanlıştan vazgeçip doğruya yönelme ve andığım tamir ahlâkına sahip olabilme bu yönüyle bir “bilinç yenileme”dir.

Yine bu yüzdendir kiFurkân’a muhatap olmak fârûk olmayı gerektirir!

Kimbilir belki de bugün ruhlarımızın bu kadar üşümesinin, avucumuzdaki can kırıkları ve yüreklerimizdeki cam kırıklarının da sebebi budur.

Rabbim bizleri “diri” ve “faruk” olabilenlerden, hatasının pişmanlığını gönlünde yeşertip muhatabının yüreğini yeniden fethedebilenlerden, yıktığı gönül Kabe’lerini yeniden inşa edebilenlerden ve kalbinden aldığı fetva ile yaşamını merhamet ve sevgi üzerine inşa edebilenlerden kılsın.

Farkındalık dileklerimle!





 
Yükleniyor...