PAÇALARIMIZDAN DİN AKIYOR AMA!
İnsanlık acı ve ızdıraplarının başkaldıran sesi olarak doğmuş bir din, insanlık acı ve ızdıraplarını “kader” diyerek bastırmanın aracına haline geldi. “Zülme isyan” olarak doğmuş bir din, “ulu’l-emre itaat” adı altında zulme rızanın, harâmîye biatın telkin aracı oldu. “Haksızlığa itiraz” ın soylu sesi olan bir din, haksızlık karşısında susan dilsiz şeytanların yalaka yuvasına döndü. “Hiçbir ücret istemiyorum” diyerek saf bir yürek temizliği ile başlayan bir din, pazarların en büyüğü, sektörlerin en kârlısı haline geldi.
Dünyada en çok istismar edilen kavramlar hiç şüpheniz olmasın “Allah ve din” kavramlarıdır.
İnanan zihin inandığı sandığı değerleri sorgulamadığı ve akletmeyi kendi yerine başkalarına devrettiği için; akleden ama bu akletmeyi şeytani hevesler uğruna, dünyalık biriktirme ve hegemonya kurma adına kullananlara devrettiği için de “aldanma” çok çabuk olmakta, bu aldanış gerçekleştikten sonra yazık ki bir daha da içinde şüpheler taşısa da gerçeğe gözünü açması kolay kolay gerçekleşmemektedir.
Ayetlerin dillerde sek sek oynadığı ama bu iman iddiasının yazık ki gırtlağımızdan kalbimize inmediği şu dönemde; her geçen gün sayısı artan camiler, açılan Kur’an kursları, artan dindar (!) sayısına rağmen hal-i pür melalimiz de bu tespitimin ispatı olsa gerek.
Zira aklın kullanılmadığı ve adeta kiralandığı bu teslimiyetle nicedir hesaplaşma halindeyiz. Allah’ın gönderdiği din ve bu dini tebliğ eden elçi yanlış olabilir mi?
Haklı olarak “hayır” diyeceksiniz.
Ama gelin görün ki ısrarla söylediğim gibi elindeki Kur’an yaprakları ile dünyaya hükmeden bir avuç sahabenin elindeki Kur’an ile bizim elimizdeki Kur’an aynı Kur’an iken; biz, dünya nüfusunun %23’ünü oluşturmamıza ve 2 milyar inananı (!) ile gadre uğramış; Siyonist şeytanlığın emperyalizm bayrağı altında kapitalizm dinine iman etmiş durumdayız.
Öyleyse bu din, bizim aklımızı kullanmamanın hezeyanında çıkar ve cehaletimizin girdabında boğulmuş durumda ve geçmişin kalıntıları ile de biz mensuplarının elinde afyonlaşarak tanınamayacak hale gelmiştir.
Ne mi anlatıyorum?
Şöyle eğri oturup doğru konuşalım ve şu sorularıma samimiyetle cevap verelim.
Ezanlar ve Kuranlar gümbür gümbür okundukça ülkeye gümbür gümbür hak, hukuk, adalet mi geliyor?
Artan dindarlıkla beraber nezaket mi artıyor yobazlık mı?
Camiler dolup taştıkça, insanlar hacca, umreye gitmek için yarıştıkça; imam, imam hatip, kuran kursu, ilahiyat ve türbanlı sayısı artıkça, cemaat ve tarikatlara katılanlar çoğaldıkça ülkede; şefkat, merhamet, nezaket, hak, hukuk, adalet ve empati artıyor mu azalıyor mu?
Yoksa tam aksine şefkatsizlik, merhametsizlik, vicdansızlık, haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik sel olmuş akıyor mu?
Vicdan aynasından bakmak yeterli aslında.
Evet! Yüzbinlerce camimiz, bir o kadar Kuran kursumuz, müftülüklerimiz, ilahiyat fakültelerimiz, tarikatlarımız, cemaatlerimiz, bütçesi kabardıkça kabaran Diyanet İşleri Başkanlığımız; yetmedi sabahtan akşama kadar din anlatan televizyonlar, radyolar, gazetelerimiz var. Sokakta, kahvede, işyerinde, evlerde sürekli Allah’tan, kitaptan, peygamberden bahseden milyonlarca insan selinde içerisinde ayet, hadis yani dini konular geçmeyen sohbetimiz neredeyse yok gibi. Her cümlemizde ya “Allah razı olsun” var, ya “İnşallah” ya da başka bir dini terminoloji… Tüm konuşmalarımız “selamün aleyküm” diye başlıyor, “Allah’ın izniyle” diye devam ediyor, “elhamdülillah” diye bitiyor.
Yani tabir caizse paçalarımızdan din akıyor.
Ama hal ve ahvalimizde eylemlerimiz ve söylemlerimiz birbirinden fersah fersah uzak; dilimiz dinsel terminoloji ile süslenmiş olmasına rağmen eylemlerimiz bir o kadar dinden uzak, ahlaktan beri bir durumda maalesef.
Denebilir ki, “Anlatılan din gerçek din değil” savunmasının haklılık payı var olmasına var ama bu kolaycı bir savunma bu bence.
Zira yukarda andığım hiçbir kurum, hiçbir topluluk, hiçbir iletişim aracı “hırsızlık yapın” demiyor ama çalıp çırpmak almış başını gitmiş durumda.
Hiçbiri “adaletsiz olun” demiyor ama toplumun hemen hiçbir kesiminde hak, hukuk, adalet diye bir şey kalmadı.
Hiçbiri “insan öldürmek iyidir” demiyor ama her gün (özellikle müslüman coğrafyalarında üstelik din adına) onlarca insan ölüyor, öldürülüyor; yerinden ve yurdundan sürülüp göçe zorlanıyor.
Hiçbiri “yetim hakkı yiyebilirsiniz” demiyor ama bırakın yetimin hakkını, yetimin kendisini yiyen insanlar türedi toplumda.
Hiçbiri “çocuklara tecavüz edebilirsiniz” demiyor ama cinsel istismara uğrayan çocukların sayısı hiç de azımsanacak gibi değil.
Hiçbiri “menfaatçi olun” demiyor ama kendi çıkarı için her şeyi yakıp yıkabilecek insanlar hiç de az değil.
Hiçbiri “dürüst ve namuslu olmayabilirsiniz” demiyor ama dürüst, tutarlı ve ahlaklı olmak artık kimse için önem arz etmiyor.
Hiçbiri “yalan söyleyebilirsiniz” demiyor ama yalan söylemek, dün söylediğini bugün inkâr etmek, bir dediği diğerini tutmamak çok normal artık.
Hiçbiri “vefalı olmayın, dostlarınıza ihanet edin” demiyor ama kendi çıkarı söz konusu olduğunda herkesi ve her şeyi unutan insanlara neredeyse taparcasına bir sevgi ve bağlılık gösteriyoruz.
Eskiye nazaran daha çok namaz kıldığımız, daha çok oruç tuttuğumuz, daha çok tesettüre girdiğimiz, daha çok dini kitap okuduğumuz doğru ama bunlar (sanki) hiçbir işe yaramıyor ve bizi daha ahlaklı, daha dürüst, daha adil yapmıyor. Dolayısıyla da iman, bir türlü boğazımızdan inip yüreğimize ulaşmıyor.
Bir avuç sahabenin elindeki Kur'an yaprakları ile dünyaya hükmettiği bir din ile bugün elinde aynı mushaf olan 2 milyar inananı ile gadre uğrayan bir din var ortada!
Niye böyle?
Neden her yerden din fışkırırken böyle olduk?
Daha önceki yazılarımda arz etmiştim “İslâm coğrafyalarında müthiş bir oyun oynanıyor; müslümanlar özü yok edilmiş kabuğu kalmış din ile kandırılıyor, avutuluyor, uyutuluyor ve vuruluyorlar” diye.
Peki müslümanlık iddiasında olan biz ne yapıyoruz bu konuda?
İşte sorun da burada başlıyor.
Kur’an-ı Kerim’i irdelediğimizde gözünü yumarak inanma yoktur. Tam tersi gözünü, kulağını, kalbini tarihe, hayata ve tabiata açarak gerçeğin peşine düşme vardır. Gözleri kör, kulakları sağır ve kalplerine mühür vurulmuş olanları, ellerini, gözlerini ve gönüllerini harekete geçirmeyerek uyuşturup donduranları Allah hayvandan daha aşağı yerine koyar.
Kur’an ise insanın idrak faaliyetine “derin kavrayış ve bilgelik yani hikmet” diyor.
Madem inandığımız kitabın ve iman ettiğimiz iddia ettiğimiz Rabbimizin emirleri bu, biz öyleyse neden bu haldeyiz?
Kanımca en büyük sıkıntımız bizi diriltmesi gereken inancımızın afyonlaştırmış olması.
“Afyon” uyuşturmak demek olduğuna göre, insani açıdan bu zihni uyuşturan, donduran, çalışmaz hale getiren şey demek oluyor.
Nasıl mı?
Birlikte bakalım…
Kâinatta her şey belli bir düzen halinde “sünettullah” dediğimiz kurallar dahilinde görevinden ve üzerine yüklenen sorumluluktan taviz vermeksizin bir zincirin kopmaz halkaları gibi üzerine vahyedilen emri ifa etmekle görevlidir.
Bu Rabbin kanunudur.
Siz hiç güneşin doğmadığını, gecenin kararmadığını, yazın ısıtmadığını, kışın üşütmediğini, arının bal yapmadığını, koyunun süt vermediğini, ineğin et vermediğini düşünebilir misiniz? Tabi ki hayır.
Çünkü bunlara vahyedilen ilahi emir bu doğrultudadır. İşte afyonlanma olgusu tam da bu noktada devreye giriyor.
Mesela?
Yüzlerce ayette geçen “akledin” emrine rağmen deniyor ki: “Kayadan nasıl deve çıkar? Bugün bunun bir örneği var mı? Test edebilir miyiz?”
Cevap net;
Ne yani “Allah” yapamaz mı? Allah’ın kudretinden şüphen mi var?
“İsa evin bacasından nasıl göğe çıkar? Bunun bugün bir örneği var mı? Test edebilir miyiz?”
Cevap yine aynı;
Ne yani “Allah” yapamaz mı? Allah’ın kudretinden şüphen mi var?
“Bir insanı ateş nasıl yakmaz? Bunun bugün bir örneği var mı? Test edebilir miyiz?”
Ne yani “Allah” yapamaz mı? Allah’ın kudretinden şüphen mi var?
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün…
Sünnetullahın kuralları belli iken görüyoruz ki burada “Allah” kavramı “iman etmek” adı altında “afyon” işlevi görmektedir.
Ne tarihten ne hayattan ne tabiattan ne de edebiyattan delil getirme, araştırma gereği; hatta Allah’ın kavli ayetini (Kur’an metnini) okuma gereği bile duymuyoruz.
Dikkatle okusak aslında orada öyle denmediğini göreceğiz. Hele duyduklarımızı kevnî ayet (kainat ayetleri) ile test etme ihtiyacını hiç hissetmiyoruz.
Verilen mesaj net;
“Önce iman et sonra düşünürsün!”
Yani?
Mantığıma aykırı ama inanıyorum.
(Kanımca) bu, Kur’an-ı Mübin’in anlattığı iman değildir! Hatta bir tık öteye geçip diyebilirim ki, bu iman değil afyondur!
Çünkü Kur’an imanı, içinde akıl olan, düşünce olan, şüphelerden, sorulardan, arayışlardan, acı çekmelerden geçerek oluşur. Canlıdır, dinamiktir.
Çünkü iman şu an bilfiil yaşayan, hareket halinde olandır. İnip çıkan, artıp eksilen, yeni ve taze olandır.
Kur’an-ı Kerim’e bakın, bugün ısrarla yasaklanmaya çalışılan sorgulama işini bizzat peygamberler başlatmamış mı?
Ne diyor Hz. Musa(as):
“Bana kendini göster!” (A’raf 143)
Ya Hz. İbrahim(as):
“Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster!” (Bakara 260)
Bugün ise bu tür soruları Müslüman zihin soramıyor.
“Neden?”, “niçin?”, “nasıl?” sorularını “şeytanca sorular” olarak; imanı zayıf olmanın göstergesi sanıyor.
Halbuki ilk soruyu da melekler sormuştu:
“Kan dökecek ve fesat çıkaracak birisini mi yaratacaksın?” (Bakara 30)
Dikkat edin!
Bu sorularla bize, inkarın değil imanın yolu gösteriliyor. Bize çelik gibi imana bu tür soru ve sorgularla ulaşabileceğimiz gösterilmek isteniyor.
Bu noktada diyebiliriz ki, Kur’an’da kalbin eylemi olan iman fiilinin konusu Allah ve ahiret (kıyamet) günüdür. Geri kalan ne kadar konu varsa hepsi imanın değil; bilginin konusudur. Onun için “Ne yani olamaz mı, Allah’ın kudretinden şüphen mi var?” argümanı yalnızca burada kullanılır, kullanılmalıdır.
Nesnesi tarih, hayat ve tabiat olan konularda da akla dayalı sorgulamalarda da aynı argümanı kullanırsan işte “Allah” kavramı orada afyona dönüşür. İnsan zihninin tarihi, hayatı ve tabiatı kendi yalın gerçekliği içinde anlamasına engel olur. Tarihin, hayatın ve tabiatın “ne ise o şekilde” anlaşılmasına engel olan, olup bitenin içine girmemize, ona nüfuz etmemize imkân vermeyen ve bizi gerçekliğin doğasına yabancılaştıran bir fenomen haline gelir.
Demek ki ne Hz. Salih’in devesi ne Hz. İbrahim’in ateşe atılması ne Hz. Süleyman’ın karıncaları ne Ashab-ı Kehf’in üç yüz yıl uyuması ne Hz. Musa’nın denizi yarması ne Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi ne de Hz. Peygamberin ayı yarması gibi konular imanın konusu değildir! Tamamen tarihin, hayatın, tabiatın ve bunları anlamamızı sağlayacak bilginin, belgenin, deneyin, kanıtın, araştırmanın, incelemenin konusudur.
Yani?
Ne dendiği üzerinde iyi çalış, tarihe, hayata, tabiata git ne olduğunu anlayacaksın. Zaten diğerlerine gitmeye bile lüzum kalmadan, daha metin üzerinde bunların hiç birisinin öyle sanıldığı gibi olmadığını göreceksin. Okumayı bilmemekten, ne dendiğini anlamamaktan, bilgiden korkmaktan, dahası “Ne yani olamaz mı? Allah’ın kudretinden şüphen mi var?” argümanını yanlış yerde kullanmaktan kaynaklanan kör bir “itikadın” sürüp gittiğini göreceksin.
Görülüyor ki “Ne yani ‘Allah’ yapamaz mı?” argümanı burada Müslüman zihni uyuşturan, tarihe, hayata ve tabiata yabancılaşmasına neden olan bir afyona dönüşmüş oluyor.
Bu durumda “Müslüman kimdir?” denince akla gelen “Gerçeğe (Hakk’a) teslim olan” değil; “Allah” deyince her şeye teslim oluveren oluyor. Gerçekte “orada” ne olup olmadığının da hiçbir önemi kalmıyor.
Sizce böyle işleyen bir zihnin araştırma yapması, bilginin, belgenin, delilin, kanıtın peşine düşmesi mümkün değildir.
İslam dünyası tam da bu yüzden uyuşmuş, donmuş bir vaziyette değil midir?
“Allah” ile uyanan bir dünya, “Allah” ile uyuyan bir dünya haline gelmemiş midir?
İşte buna Ali Şeriati’nin de deyimiyle dinin öteki yüzü diyoruz.
Demek ki, kişiye bir şeyi inandırmak istiyorsanız, bugün olduğu gibi önce “hikmetinden sual olunmaz, kudreti sonsuz, dilediğini istediği gibi yapan bir Allah” anlayışını benimseteceksiniz. Sonra, “Kudretinden şüphen mi var, hikmetinden sual mi ediyorsun, neyi dilerse onu yapar, onu da öyle yapmış işte.” diyeceksiniz. Böylece de inandıramayacağınız, kabul ettiremeyeceğiniz hiçbir şey de kalmayacak.
Bugün "geleneksel İslam" adı altında yapılan bu değil mi?
İşte bu dinin afyon yüzüdür.
Peki Kitab-ül Mübin’deki durum ne?
Bunun tam tersi. Zira Kur’an “akletmez misiniz, düşünmez misiniz, neden aklınızı kullanmıyorsunuz, aklını kullanmayanı Allah zillet (pislik) içinde bırakır, ya onlar yanıldılar ise?” diyerek onlarca yerde tutulmuş akılları işletmeye ve donmuş vicdanları açmaya çağırır.
Ama yazık ki Müslümanlar bunların hep inkarcılar için söylendiğini sanır.
Öyle ya bir kez iman ettik mi bunlara ne gerek var. O imanla bütün her şeyi açıklarız. Sıkıştığın her yerde “Allah’ın kudretinden şüphen mi var, imanın yok mu?” de yeter.
Oysa imanın 73 şube olması, bunun da en küçüğünün “yoldan bir taşı kaldırmak” gibi daima eyleme, amele, hayata, sokağa dönük yüzü olması gibi, bir zihin eylemi olan “anlama faaliyetinin” de otuz aşaması var. Bunların tamamı da insanoğlunun tarihi, hayatı ve tabiatı anlama ve kavrama faaliyetini ifade eder.
Ne demiştik? Kur’an insanın idrak faaliyetine “derin kavrayış ve bilgelik yani hikmet diyor. Bu faaliyetin otuz aşamasından en önemlileri şunlar:
Fark etmek, ispat yolunu araştırmaksızın idrak etmek (şuur), idrak edilecek şeyin manasını resmetmek (tasavvur), resmedilen şeyi zihinde korumak (hıfz), hıfzedilmiş olan şeyi unuttuktan sonra zihne geri döndürmek, hatırlamak (zikr), sözü anlamak (fehm), sözün maksadını anlamak (fıkh), sebep-sonuç sürecini izlemek, sebebi sonuca, sonucu sebebe bağlamak (akıl), maksat ve öncüllerden hareketle bilmek (dirayet), bilgi kazanma gücü (zihin), mevcut olandan hareketle mevcut olmayana geçiş (fikr),arka planı düşünmek (tedebbür), çabucak kestirme (zekâ), duyuların kaybolmasından sonra geriye kalan şekil (hayal), düşünmeksizin bir anda hâsıl olan bilgi (bedihe), görünen gerçeği görünmeyen konusunda delil olarak getirmek (feraset), iç görü, kalp gözü (basiret), iç ses, iç buluş (vecd)…
İşte tüm bunların hepsine birden süzülmüş bilgi, bilgelik (hikmet) deniliyor.
Demek ki Arapların “gem vurma” anlamında kullandığı hikmet, bu durumda insanoğlunu gemleyici, yanlış işler yapmasını önleyici, suça ve günaha kaymaktan ve sorumsuzca yaşamaktan kurtarıcı, medeni bir insan haline getirici “gemler” olmaktadır.
İşte bu gemlere Kur’an süzülmüş bilgi, bilgelik (hikmet) diyor. Bu, bir insanda yukarıdaki anlama süreçlerinin tümü birden çalıştırıldığında gerçek anlamıyla ortaya çıkıyor. Aksi halde insan bugün olduğu gibi “gemi azıya almış at” gibi kontrolden çıkıyor.
Kur’an otuza yakın kavramla yüzlerce yerde bizden ısrarla ve boyuna bunları istiyor. Böyle bir Allah inancı hiç afyon olur mu? O Allah ki bilgiyi yani bilme yeteneğini; eşyaya isim koyma kabiliyetini insana (Adem’e) yaratılıştan bizzat kendisi lütfedendir. Üstelik bunu kullanacak aklını işletmediği için de insana kızandır.
Onun için Kur’an kendisine “zikr” der. Yani verileni, lütfedileni hatırlatma… Peygamberler yaptıklarına “inzar” der. Yani verileni, lütfedileni (aklı ve vicdanı) derin uykulardan uyandırma, uyanışa çağırma…
Biz ise nedense bunları hep inkarcılara yönelik anlar; “ben zaten iman etmişim, bunlar bana hitap etmiyor” diye düşünürüz. Çünkü kurtulmuşluk vehmi içindeyiz ve yazık ki uyarıları kendimize yönelik anlamıyoruz.
Böylece de… İnsanlık acı ve ızdıraplarının başkaldıran sesi olarak doğmuş bir din, insanlık acı ve ızdıraplarını “kader” diyerek bastırmanın aracına haline geldi. “Zülme isyan” olarak doğmuş bir din, “ulu’l-emre itaat” adı altında zulme rızanın, harâmîye biatın telkin aracı oldu. “Haksızlığa itiraz” ın soylu sesi olan bir din, haksızlık karşısında susan dilsiz şeytanların yalaka yuvasına döndü. “Hiçbir ücret istemiyorum” diyerek saf bir yürek temizliği ile başlayan bir din, pazarların en büyüğü, sektörlerin en kârlısı haline geldi. “Kuru hurma yiyen bir kadının oğluyum diyen ve alemlere rahmet olarak gönderildiği bizzat Allah tarafından müjdelenen” bir peygamber din pazarlarına meta yapıldı. “Kölelere özgürlük” diye doğmuş bir din, insanları köleleştirmenin vasıtası haline geldi. “Aklını kullanmayan pisliğe batar” diyen bir dinin mensupları, insanlık liginde akıl tutulmasının şampiyonu haline gelerek “vahiy” adına akıl düşmanlığının kalesine dönüştü. Sağlığında müşriklerin bütün mucize isteklerini ısrarla reddeden, “Ben de sizin gibi bir beşerim” diyen peygambere, ölümünden sonra müşrikler ne istediyse hepsi yaptırıldı.
“Yaşayan gerçek” gözümüzü yaşartmıyor ama ömrümüz “ölü menkıbelere” ağlamakla geçiyor. Biz yaşayana, gerçeğe, hayata, tabiata kör olmuşuz. Gözlerimiz var görmüyor, kulaklarımız var duymuyor. Geçmiş çağlarda yaşıyor, hatta geçmişe tapıyoruz, ölü seviciliği yapıyoruz. Ruhlardan, ölülerden medet umuyoruz. Ölülerin, cinlerin, perilerin dünyası bizim dini dünyamız. Gerçeğin, hayatın, tabiatın dünyası değil…
Peygamberimizin “İyi bakın, ibret alın, işte Allah’ın apaçık ayeti!” diye işaret ederek gösterdiği gökteki ay-şimdi, şu anda, hem de her gece- bizim de tepemizde… Mü’min ellerce tıpkı onun yaptığı gibi işaret edilip gösterilmeyi mahzun mahzun bekliyor. Biz bu yaşayan ayeti görmüyoruz da kandil gecelerinde vaizin “yarıldı, bölündü” şeklindeki mitolojik anlatılarını “Alaaddin’in sihirli lambası” ve “Uçan halı” tadında, üstelik şekerleme yapa yapa nasıl da dinliyoruz? Çünkü alıştık ve “gerçek” bizi sıkıyor. Oysa aklı veren Allah… Esma’yı (bilgi üretmeyi, eşyaya isim koyma yeteneğini) Adem’e veren Allah... Adem’e (bize) akıl ve vicdanı yerleştiren Allah! İnsana oradan her dem seslenen Allah!Hayır kardeşim! Allah, insan zihninin afyonu olamaz! Gerçeğin ta kendisi olan din de halkları uyuşturma rolü göremez!
Gerçeği bilmeye ve anlamaya yarayacak aklı ve vicdanı insanoğluna kendisi veren Allah, nasıl insan zihnini uyuşturan bir afyona dönüşür?
Bu din afyon olsun diye değil; Kisra’nın karşısına dikilen sahabenin diliyle: “dinlerin zulmünden, afyonundan insanlığı kurtarmak için” geldi!