Blog

BU YÜK HEPİMİZİN

Muhtemelen duyduğunuz bir rivayettir;

Bir adam İsa Aleyhisselam ile arkadaşlık yapmak ister. İsa Aleyhisselam adamı kırmaz, birlikte uzunca bir yola çıkarlar. Bir miktar yürüdükten sonra su başında dururlar. Yanlarında azık olarak aldıkları üç ekmek vardır. Her biri birer ekmek yer ve İsa Aleyhisselam gidip su içer, döndüğünde üçüncü ekmeği göremeyince yoldaşına sorar:

“Ekmeğe ne oldu?”

“Bilmiyorum” cevabını alır…

Biraz dinlendikten sonra yola devam ederler ama epey yol yürüdükleri için de acıkmışlardır. İki geyik yavrusuna rastlarlar. İsa Aleyhisselam yavrulardan birini çağırır, koşa koşa gelir. Keser, pişirir ve yerler. Sonra “Allah’ın izni ile kalk” der. Geyik yavrusu dirilip annesinin yanına gider. İsa Aleyhisselam arkadaşına dönüp yine sorar:

“Sana bu mucizeyi gösteren Allah’ın adına yemin veriyorum! Söyle o ekmeği kim aldı?”

Verilen cevap aynıdır; “bilmiyorum!”

Biraz dinlendikten sonra devam ettikleri yolda derin bir nehirle karşılaşırlar. Ama malum eski devir; köprü yok, sandal yok ve karşıya geçmeleri lâzım. İsa Aleyhisselam adamın elini tutar, akan coşkun suların üstünde yürüyerek karşıya geçerler ve karşı kıyıda İsa Aleyhisselam yoldaşına tekrar sorar:

“Bana bu mucizeyi veren Allahü teala aşkına söyle ekmek ne oldu?”

“Bilmem, haberim olsa söylerim.”

Nihayet ovaya inerler. İsa Aleyhisselam önüne bir miktar toprak yığar. Ettiği dua ile önündeki tepecik çil çil altın hâline döner.

İsa Aleyhisselam bu altın yığınını üçe taksim eder. “Biri benim” buyurur, “biri senin, üçüncü de kayıp ekmeği yiyenin!”

Yoldaş, hemen itiraf eder; “O ekmeği ben yemiştim!”

İsa aleyhisselam; “al üçü de senin olsun” diyerek yolun başından beri ‘yalan söyleyen’ bu adamla yollarını ayırır. Ama adam, İsa Aleyhisselam’ın gidişini umursamadan altınları nasıl taşıyacağını düşünmeye başlar ve bir süre sonra iki harami gelir:

“Eğer eceline susamadıysan bizi de ortak et”

“Zaten üç parça, gelin paylaşalım.”

Altınları koyacak torba ve yiyecek alsın diye haramilerden birini kasabaya gönderirler. Ama kasabaya yollanan haraminin de dünya sevgisi ağır basar ve “dur şunları zehirleyeyim, altınların hepsi bana kalsın ” düşüncesiyle onların yiyeceği yemeğin içine aldığı zehri karıştırır.

İnsanoğlu işte; hırs insanın gözünü kör etti mi hak, hukuk ve adalet tanımıyor; zira onu bekleyenler de “üçe bölmek yerine ikiye bölmek” düşüncesiyle ihanet içindedirler ve bu ihanetlerini bir süre sonra yemek ve çuvallarla gelen arkadaşlarını katletmek suretiyle hayata geçirirler. Epeyce acıktıkları için oturup öldürdükleri adamın getirdiği yemeği yerler ve yemeğin içindeki zehir, kısa süre içinde kanlarına işler, peş peşe toprağa düşerler.

İsa Aleyhisselam, dönüşte altınların olduğu gibi durduğunu ve bu altın tepeciğinin etrafında üç ceset yattığını görür ve aynen şöyle seslenir;

“İşte dünya!”

Böyle bir olay yaşandı mı bilmiyorum ama eskiden “çocuklar uyusun” diye anlatılan mesellerin bugün “büyükler uyansın” diye anlatıldığı çağımızın yakıp yıkan hırs ateşini bundan daha güzel anlatan bir anekdot olamazdı sanırım.

Oysa ki; Yaratan, yarattığı insanı kendi kelamıyla ne güzel tasvir ediyor;

Mal biriktirir (mustağnî), servetiyle azgınlık eder (tuğyan), servetine yaslanarak büyüklenir (mustekbir), emredip yasaklar koyarak zulmeder (zâlim), mülküyle ortak koşar (muşrik), hegemonya kurmaya yeltenir (ceberrut), gururlanır (mağrur), inkâr eder (munkir), yok sayar (mulhid).

Bu tanımlamaları bilmediğimiz ya da çoğumuz da umursamadığımız için ölmekten ‘ölesiye’ korkan, ancak neredeyse her yaptığıyla hayatın bir parçasını yok etmekten geri durmayan acayip, nobran, şuursuz, narsist insanların kanser hızıyla türediği; tecrübenin hevese kurban edildiği, mutluluğun hazza ipoteklendiği bu paslı zaman diliminde ihtirasla büyüttüğümüz “obez” gövdelerimiz, artık insanlık elbisesine sığmadığı için insanın tarifini değiştirip kendimize uydurmakla meşgulüz sürekli.

Zira çağımız insanı var olan her şeyi tıka basa yese de doyuramayacağı bir açlıkla malul hale geldi veya getirildi. Bugün edindiği, sahip olduğu, satın aldığı hiçbir şey tatmin etmiyor artık kimseyi. Çünkü zaten “Yaratıcısı olan” bir hayatın küçük, kifayetsiz, zavallı tanrıları olmaya özendirdiler hepimizi. Zihinsel tektipleştirme, kültürel sığlaştırma, insanları belli bir vasata bağlayarak kendi anlam dünyalarından uzaklaştırma operasyonlarının mimarları, yedi yirmi dört canhıraş bir mesai içinde ve “samimiyetle” çalıştıkları için yazık ki başardılar da bu “özenti” işini.

Belki de bu yüzden hepimizi birbirimize karşı yumuşatması beklenen asgari müşterekler birer birer siliniyor. Belki de bu yüzden hiç kimse, ‘her şeyi birden yaşamak’ arzusunu söküp atamıyor içinden. Belki de bu yüzden konuşmalarımız giderek birbirimizi gerçekten duymamızı engelleyen bir uğultuya dönüşüyor! Belki de bu yüzden herkes kendi içinde biriken öfkeye, nefrete, kötülüğe bir başkasını, başkalarını, ötekileri sebep kılarak meşruiyet kazandırma uğraşında. Belki de bu yüzden herkesin kötüsü bir başkası. Belki de bu yüzden herkesin bütün mesaisini bir başkasının kötülüğünü yakalamaya harcadığı bir toplumda iyiliği, güzelliği, inceliği yaymaya, yaşatmaya, güçlendirmeye, canlı tutmaya vakit kalmıyor.

İşin en acı tarafı ise; bu tabloya rağmen, en fazla on bilemediniz on beş yıl sonra ekran esareti yüzünden çocukluğu yok olmuş; sokakta oyun oynamayı unutmuş; aile içinde veya sosyal yaşamda çok az konuşan, kendini birkaç kelime ile ifade eden, yaşam becerileri geliş(e)meyen, gerçeklik algısı sürekli kırılan ve bizim dilimiz eylemimizi yalanladığı için önlerinde bir rol model de bulamayan çocuk ve gençlerimize bir gelecek emanet edeceğiz!

Gayem karamsar bir tablo çizmek değil ama bugün sorun herhangi bir gencimize “gelişme nedir?” diye! Kuvvetle muhtemel cep telefonuyla sms yollamak ya da herhangi bir ülkeye ucuz uçak bileti bulmak olduğunu söyleyecek ama bence atalarının on dokuzlu yaşlarda ulaştığı olgunluk çağına kırk yaşında ulaşacağının farkında bile olmayacak!

Sizi bilmiyorum ama bir kaza anında, bir olayda, bir yangında ya da insan olmamızdan kaynaklı herhangi bir olayda içinden iyiliği bulup çıkaran; dil, din, ırk, renk, mezhep gözetmeksizin tereddütsüzce ‘insan’ın veya herhangi bir yaratılmışın yaralarını sarmaya koşan, yürekleriyle ayazlarımızı ısıtan insanların çabası benim için bu yüzden çok ama çok kıymetli. Çünkü en yalın halleriyle kim olduğumuzu hatırlatıyorlar bize.

Bu nedenle de insanlığını kafasına takarak, etrafına kalbinden bakarak, fikrine efkâr katarak ötelere giden yolu kendi iç yordamıyla arayan ve kendini serbestçe kendinden taşmaya bırakan kalem erbabına, içlerinde arayıp buldukları ilhamla ifadeye dökecekleri metinlere, onların her birimizin dünyasında açtıkları ve açacakları yeni ufuklara samimiyetle inanmaya devam ediyorum.

Çağımızın insanı kendi hikâyesinin sınırları içinde nice zengin nimetlerle beraber yaşadığını göremiyor olsa da bu kalem ve kelam erbabının irfanından beslenerek akletmek lazım ki, aldığımız her nefesi, yaşadığımız her anı, geçirdiğimiz her saati, uyandığımız her günü insan olmak yolunda sonsuz ihtimaller barındıran yeni bir imkân, kıymeti bilinmesi gereken bir nimet olarak görmemiz gerekiyor. Boşa harcadığımız, kendimiz için bir değere, insanlığımız için bir kazanca dönüştüremediğimiz her imkânın bir daha yerine koyamayacağımız bir kayıp olduğunu anlamamız gerekiyor.

Bu yüzden de bizi bulunduğumuz yerde doyuran değil, bize mesafe aldıran, yeri geldiğinde sınırlarımızı zorlayan, hatta canımızı sıkan, bizi yoran ama nihayetinde olgunluk yolunda bize basamakları çıkartan bu insanlara ve onların ortaya koydukları yürek terlerine ihtiyacımız var.

Zira, özellikle çağımızın beyazları iyice kirletilmiş ikliminde, “oku” emrine muhatap olan bireyler olarak lazım olan insana, harcadığı vaktin karşılığında bir şeyler kazandıran, insanlığına kemal yolunda mesafe kazandıran, düşüncesini derinleştiren, duygularını zenginleştiren, ufkunu açan, gönlünü şenlendiren ve en önemlisi de ruhunu besleyen bu insanlar ve eserler.

Hayır hayır direk bir kişi ya da eserden söz etmiyorum. Çünkü arı bal yapmak için tek çiçeğe konmaz. O, her çiçeğe konarak onların özünü toplamak ve o özle muhteşem bir besin kaynağı olan bal gibi bir besini üretmekle görevli. Bizler de arıdan feyz alarak her çiçeğe konmalı, ruhumuzu beslemeli ve ruhumuzun taşkınlarıyla çağımızın karanlıklarına ışık tutmalıyız. Ancak bu sayede hayatımızın gidişatında neyin yanlış olduğuna, nelerin bizi yanlışlara götürdüğüne dair her tespit, her ifade, her söz; bu gidişattan mustarip olan herkeste bir karşılık bulacaktır. Velev ki bu koca bir toplum değil, tek kişi olsun.

Kabul ediyorum toplumsal çözülmeyi başlatan ve bugünlere getiren de daha fazla servet, daha fazla konfor, daha fazla güç, daha fazla etki, daha fazla şöhret uğruna bütün erdemlerini hiç düşünmeden ardında bırakabilen de insan ama bu yükü hepimiz omuzlamak zorundayız.

Çünkü insana ve insanlığa ancak yine insan sahip çıkabilir. Kaybettiği değeri, ahlakı, basireti, dirayeti, istikameti ancak yine insan kendine geri kazandırabilir. Hayatı herkese dar etmek, yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz anlam oksijenini dumana boğmak için birbiriyle yarışan bunca insan içinde bu geri dönüşe; farkındalığı yüreğine yük etmiş insanlara ne çok ihtiyacımız var farkında değil miyiz?

Artık benliğimize yaptıklarımız arasında harcadığımız vakti hak eden neler olduğunu; onlar için gözden çıkardığımız dakikaların karşılığında bize herhangi bir katma değer sunup sunmadıklarını; insanlığımızı zenginleştiren, bildiklerimize yeni bir şey ekleyen, yeni bir ufuk açan, hayatımızdaki boşlukları dolduran kazanımlar elde edip etmediğimizi; vakit ayırdıklarımızın idrakimize sadra şifa, derde deva yeni bir şeyler ekleyip eklemediğini sormamız gerekiyor!

Bu farkındalığı yakalamazsak ne mi olacak?

Başımızdan aşağı yedi yirmi dört yağdırılan enformasyon sağanağında hissetmeye, akletmeye, fikretmeye, şükretmeye, dinlemeye, durmaya, durulmaya, görmeye, kavramaya, duymaya, dinlenmeye, olmaya, olgunlaşmaya vaktimiz olmayacak.

Başımız kuma gömülmüş bir şekilde “bizi biz yapan” değerleri yaşatacak olan insanlar değilmiş gibi davranmaya devam edecek; hayatımız, yaşama kültürümüz, kullandığımız eşya ve araçlar, şehirler ve mekanlar, tutkularımız ve arzularımız, alışkanlık ve bağımlılıklarımız değişsin ama değerlerimiz hiç değişmesin diye bekleyeceğiz ama bir bakacağız elimizde geleceğe bırakacağımız “değer” adına hiçbir şey kalmayacak!

Ve en acısı her şeyin rahatlıkla tahmin edilebilir şekilde yaşandığı, hayatın öngörülebilir bir kurguya dönüştüğü, aynı ezber üzerinden sürekli tekerrür eden bir döngü haline geldiği bir kaos içinde birbirini görmeden, ötekine dokunmadan, hayatına kimsenin ilişmesine ve dokunmasına izin vermeden yaşamaya çalışan ürkekler, tedirginler, korkaklar dünyasının mimarları olarak tarihteki yerimizi alacağız.

Farkı fark edebilme ve bu farkı yüreğimize yük edebilme temennisiyle.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

X