Bu eser yazım sürecindedir.
ÖNSÖZ
Bir bina yıkıldığında onu yeniden yapabilirsiniz. Birimiz sağlığıyla ilgili bir sorun yaşadığında gidip tedavi olabilir. Cebimizdeki paramızı kaybettiğimizde onu yeniden kazanabilme şansına sahibiz. Ancak hiçbirimiz geçen zamanı geri getirebilme kudretine sahip değiliz. Bu yüzden de bugün eksik ve yanlış yetişen bir nesli tekrar bir eğitimden geçirmek başarılması çok güç, hatta imkansızdır.
Eğitim özellikle son yıllarda en çok konuşup tartıştığımız konulardan biri olarak insanı bedensel, zihinsel, duygusal ve entelektüel yönden geliştirme, bir ilişkiler ağı ortamında toplumsallaştırma, milli kültür, evrensel değerler ve ahlaki erdemlerle donatma ve etkin bir yaşam sürmesini sağlayacak bilgi ve beceriler kazandırma çabalarının toplamıdır.
Biliyoruz ki; bir milleti millet yapan tarihi, dili, dini ve diğer değerleri; millet olma vasfını sürdüren ve bu vasıfları geriden gelen kuşaklara aktaran ise eğitim sistemleridir.
Günümüzde ülkelerin geleceği, her şeyden daha çok yetiştirecekleri yetenekli ve sorumluluk sahibi genç nesillerin varlığına bağlıdır ve bu durum neredeyse bütün dünya için geçerlidir. Zira ülkelerin gelişmişliği doğrudan ya da dolaylı olarak eğitim düzeyi ve eğitim sistemiyle ilişkilendirilmektedir.
Bu yönüyle Türkiye de, son yıllarda eğitim alanında değişim ve dönüşümlerin en çok yaşandığı ülkelerden biri haline gelmiştir ancak ülkemizde eğitim sisteminin sınav odaklı bir yapıda olması, eğitimden beklenen amaçların elde edilememesine, eğitime ayrılan kaynakların verimsiz kullanılmasına, öğrenci ve ailelerinde mali, sosyal ve psikolojik sorunların ortaya çıkmasına yol açmaktadır.
Eğitim sistemimiz, dayanışmayı ve dostluğu değil öğrenciler arası rekabeti körükleyen yapısı ve hayat başarısından çok okul başarısını öne çıkaran tarzıyla maalesef okuyan, araştıran, üreten, ailesi, ülkesi ve insanlık için değer üretme kaygısı duyan nesiller yetiştirme konusunda yetersiz kalmaktadır. Bütün bunlar, Türkiye’nin hâlâ ciddi bir insan yetiştirme sorunuyla karşı karşıya olduğuna işaret etmektedir.
Ülkemiz şartları dikkate alındığında bu sorunun kısmi çözümü; okulu, sınavı, oyunu, eğlenmeyi, duygusal, bedensel ve zihinsel gelişmeyi birlikte önemseyen bir yaklaşımdan geçmektedir. Bu dengeyi kurmak ise elbetteki liyakat ve ehliyet sahibi eğitimcilerin ve sağduyulu anne babaların işi olacaktır.
Türkiye’de son 15 yıl içinde eğitim yaklaşımında davranışçılıktan yapılandırmacılığa geçilmiş, zorunlu eğitim süresi önce 5 yıldan 8 yıla (kesintisiz) sonra da 8 yıldan 12 yıla (kesintili) çıkarılmış, okul kademelendirmesi 4+4+4 şeklinde yeniden yapılandırılmış, eğitime başlama yaşı 6’dan 5’e indirilmiş, lise ve üniversiteye geçişte uygulanan sınav sistemleri defalarca değiştirilmiş, farklı alandaki öğrencilerin yükseköğretime yerleştirilmesinde esas alınan katsayılarla oynanmış, uzman öğretmenlik uygulaması başlatılmış, dershanelerin kapatılması gündeme alınmış ve ilköğretimin ikinci kademesinden itibaren seçmeli dersler konulmaya başlanmıştır. Bütün bunlar son yıllarda yapılan değişikliklerden sadece bazılarıdır.
Çalışmanın ilerleyen sayfalarında göreceğiniz üzere yukarıda sayılan değişikliklerin çoğu ne yazık ki yeterli akademik araştırmalar ve saha çalışmaları yapılmadan, bu değişikliklerin sistemin diğer unsurları üzerinde nasıl bir etkiye yol açacağı yeterince düşünülmeden ve kararlara ilgili kişi ve kurumlar ile halkın yeterli katılımı sağlanmadan uygulamaya konulmuştur. Bütün bunlar yapılan değişikliklerin sürdürülebilirliği hususunda tereddütlerin oluşmasına yol açmaktadır.
Türkiye’nin Eğitim Vizyonu ve Mevcut Durum
Teknolojik gelişmenin artan hızı, insanların yaşam biçimlerini ve ilişkilerini derinden etkilemektedir. Bilgi yoğun sanayilerin gelişmesi ve farklı coğrafyalardaki insan gücünden yararlanma imkânlarının genişlemesi, özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki iyi yetişmiş insanların önemini küresel boyutta artırmıştır.
Son yıllardaki hızlı gelişmelerle ülkemizin demografik yapısı gelişmiş ülkelerin yapısına benzemeye başlamıştır. Değişen nüfus yapısı, özellikle eğitim, istihdam, sağlık ve sosyal güvenlik alanlarındaki politikaların gözden geçirilmesi ihtiyacını doğurmuştur.
Türkiye hâlâ genç nüfusa sahip demografik yapısı ile gelişme yolunda önemli potansiyele sahip bir ülkedir ancak TÜİK verilerine göre Türkiye’nin 15–24 yaş arası genç nüfusu 2010 yılında 13,7 milyon ile zirve yaptıktan sonra azalmaya başlamıştır. Bu demografik dönüşüm, “demografik fırsat penceresi” olarak tanımlanmakta ve her ülkenin tarihinde ancak bir kez gerçekleşebilen bir imkân olarak nitelendirilmektedir.
Mevcut durum
Türkiye’de son yıllarda nüfusun eğitime erişiminde önemli gelişmeler sağlanmıştır. Zorunlu temel eğitimin 12 yıla çıkarılmasıyla, öğrenci sayısında büyük artış sağlanmış, ilköğretimden ortaöğretime geçişler artmıştır. Bununla birlikte okullaşma oranlarında, okul öncesi eğitimde düşük seviyelerde kalınmış, ilköğretimde yüzde 100’e ulaşılamamış, ortaöğretimde ise arzulanan düzey henüz yakalanamamıştır.
Ülkemizde yükseköğretime olan talep artmaya devam etmekte olduğundan, artan bu talebe cevap verebilmek amacıyla çok sayıda yeni devlet ve vakıf üniversitesi çok kısa zaman dilimlerinde kurulmuştur. Bunun sonucunda yükseköğretimde arzulanan düzey henüz yakalanamasa da okullaşma oranında önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Ortaöğretimden mezun olan öğrenci sayısındaki azalmalara rağmen özellikle yetişkin nüfus arasından üniversiteye dönenlerin artması sebebiyle üniversiteye talep artmaya devam etmektedir. Mevcut üniversite kontenjanları talebi karşılama noktasında hâlâ yetersizdir.
Yükseköğretimde son yıllardaki bu gelişmelere rağmen yükseköğretim sisteminin merkeziyetçi yapısı ve kalitesine ilişkin sorunlar sistemin rekabet edebilirliğini ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilme kapasitesini olumsuz yönde etkilemeye devam etmektedir.
Son on yılda eğitim yatırımlarına özel sektör desteği önemli boyutlara ulaşmış, okullarda bilgi ve iletişim teknolojilerinin kullanımı yaygınlaştırılmış ve müfredat geliştirme çalışmalarına hız verilmiştir. Bütün bu olumlu gelişmelere rağmen Türkiye’de eğitimin hemen her kademesiyle ilgili nitelik sorunu önemini korumaktadır.
Meslek yüksekokulları ile mesleki ve teknik ortaöğretim kurumları arasında program bütünlüğünün bulunmaması ve mesleki - teknik eğitim programlarının işgücü piyasasının taleplerine uygun olarak güncellenememesi sonucu mesleki ve teknik eğitim mezunlarının istihdamı artırılamamakta ve mesleki eğitime olan talep azalmaktadır.
Türkiye’de uzun zamandır yaşanan yüksek işsizlik oranı, gençler arasında çok daha yüksek düzeylerde seyretmektedir. Türkiye’deki işsizlik oranı iş aramaktan ümidini kesen veya iş aramayan nüfusu kapsamadığından, genel nüfusun çalışanlara oranı anlamına gelen işgücüne katılım oranı daha büyük önem arz etmektedir. Bu bağlamda, uluslararası standartlara göre %70’i bulması gereken iş gücüne katılım oranı Türkiye’de 2012 TÜİK verilerine göre erkeklerde %71.9, kadınlar arasında %30.1, toplamda 50.7, 15–24 yaş arası gençlerde ise 2006 yılı verilerine göre %18,5 düzeyindedir.
İşgücünün, 2000 yılında yüzde 73,8’i, 2005 yılında yüzde 67,3’ü lise altı eğitimli ve okuma yazma bilmeyenlerden oluşmaktadır. İşgücü içinde yüksekokul ve fakülte mezunlarının payı 2000 yılında yüzde 8,8 iken, 2005 yılında yüzde 11,5’e yükselmiştir. İşgücünün eğitim düzeyi plan döneminde yükselmekle birlikte, AB ortalamasına göre düşük olmaya devam etmiştir. Bu durum nitelik ve beceri düzeyi yüksek insan gücüne ihtiyaç duyulan günümüzde, önemli bir sorun olarak varlığını sürdürmektedir.
Dokuzuncu beş yıllık plan döneminde (2009-2013) eğitim sistemi, işgücü piyasasının ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kalmıştır. Genç ve eğitimli kişilerin işsizlik oranlarında da kayda değer bir düşüş sağlanamamıştır. Ekonominin ve işgücü piyasasının taleplerine cevap verecek ve özellikle gençlerin istihdam edilebilirliğini artıracak yeni mekanizmalara ihtiyaç bulunmaktadır.
Elinizdeki bu eser yaklaşık 3 yıllık zaman zarfında ülke çapında sürdürülen İnsan İnsana Emanettir Projemiz kapsamında ziyaret edilen 21 İl, 196 ilçe ve 2167 okul gözlemlenerek ve yerli- yabancı binlerce makale gözden geçirilip, bu gözlemlere uyarlanarak dünü, bugünü ve yarını tespit etmeye çalışmış; olan ile ulaşılması gerekeni bir arada vermeye çalışmıştır.
Neden bu eser?
Zira günümüzde çok net bir kırılma veya dönüşüm yaşanmakta olup değişen dünya ve insan realitesiyle birlikte, eğitimin niteliği de değişmeye başlamıştır.
Geleceğin eğitiminin nasıl olacağı, bütün cevap ve hazırlıkları biçimlendirecek en temel sorudur. Bugün daha çok teknolojik eksenle biçimlenen değişimi anlamada, bu kaçınılmaz realiteye uzak ve ters düşmeden geçmiş birikimleri ve ait olunan milli- manevi dinamikleri gelecek nesillere aktarmada yine en başat görev eğitimindir, eğitimin olacaktır.
Bu noktada “insan” odaklı ve medeniyet köklerinin üzerinde olgunlaşan bir eğitim anlayışının elzem olduğunun altını çizmek gerekiyor ancak buna mukabil yerele sıkışıp kalan, küreselleşmeyi yok sayan her çözümün de yetersiz olacağını ifade etmek gerekiyor.
Bugün, eğitimin ticarileşmesinin tüm dünyada bir eğilim olarak yükselmesinden eğitimin emtia olarak görülmesine, neoliberal (parayı öne çıkaran) politikaların eğitimde rekabeti merkeze alan yaklaşımlarından, IMF ile eğitimin şekillendirilmesine kadar birçok ülkenin içinde yer aldığı tabloyu küreselleşmenin bir sonucu olarak görmek durumundayız.
Öğrencilerin ve öğretmenlerin yeni dijital çağa hazırlıklı olmasını temin etmeye çalışırken, küreselleşmenin tek tip insan üreten bir kültürel şiddet aparatına dönüşmesine mani olmanın en etkili yöntemi, paranteze alınmış yerel dinamiklerin merkeze yerleştirilmesidir.
Zira bizim medeniyetimiz, bilgi ve eğitim medeniyetidir.
Daru’l Hikme’den başlayan eğitim kurumları her ilginin, her kademenin ihtiyacına cevap verecek çeşitlilikte çoğalmıştır. Sıbyan mekteplerinden medreselere kadar kendi şartlarında son derece sistemli olan geleneksel eğitim; ferdi amaçlayan, ferde odaklanan eksende yapılanmıştır. Ferdin hayal ve düşünce dünyası, bilgi ve ahlak seviyesi, becerilerinin terbiye ve disipline edilmesi, sorumlulukları ayrıntılı olarak konu edilmiş, başarılı bir şekilde de uygulanmıştır.
Bizde en meşhur örneği Ragıp el İsfahanî tarafından verilen ‘Müfret’ veya ‘Müfredat’ adlı eğitimin içeriğini konu edinen eser isimlerinin ‘fert’le doğrudan ilgili olması çok anlamlıdır.
Yani bizim eğitim sistemimiz esas itibarıyla insanı tek tek yetiştirmeyi amaçlamış ve bunu başarmıştır. O nedenledir ki, Buhara’dan Semerkand’a, Bağdat’tan Mısır’a, İstanbul’a kadar eğitim kurumlarında İbn-i Sinalar, Farabiler, Biruniler, Kaşgarlı Mahmudlar, El Cezeriler, Ali Kuşçular, Koçi Beyler, Kâtip Çelebiler çıkmıştır. Sahasında insanlığı aydınlatan şahsiyetlere bakıldığında, nesnel ve öznel yönlerinin son derece gelişmiş olduğu görülür. Şahsa yatırım yapıldığı için de İbn-i Sina ve El Cezeri’deki gibi teknikte de, İbni Haldun ve Ze-mahşeri’deki gibi insani ve İslami ilimlerde de zirveye çıkılmıştır.
Bu bütünlük, esasen bugün de muhtaç olduğumuz insan merkezli programdır. Hayatı ve insanı maddi manevi bütün yönleriyle kavramak, geleneksel eğitim düzenimizin bize sunduğu eşsiz imkândır.
Bugünün ve geleceğin eğitim sisteminin nasıl olması gerektiği, bu tarihî birikim ve tecrübelerin sağladığı imkânlar, açılar bir yana konularak tartışılamaz. Bu birikim ve tecrübe bize son derece yol gösterici olmaktadır, olacaktır.
Elinizdeki bu çalışma oyalanmadan, işin vahametini, bizi bekleyen risk ve imkânları düşünüp araştırarak kendimize sormamız gereken şu sorulara cevap aramaktadır:
Eğitim düzenimiz, edinimi, içeriği, üretimi, paylaşımı, uygulanışı ile yeni bilginin biçimlendirdiği dünyayı anlamaya, anlatmaya hazır mıdır?
Köklü bir kültür ve medeniyetin sahipleri olarak yeni dünyanın ağır realiteleriyle bunalan, daralan çağdaş insana bir çağrımız var mıdır?
Bugüne ve yarına dair sorularımız, sorunlarımız; cevaplarımız ve çözümlerimiz nelerdir?
Görülen o ki; hayatın her anında, her alanında hızlanan hareket, bugünün bilgisi ve alışkanlıklarıyla da yarını yaşamamızı imkânsız kılacaktır. Çünkü insanlık tarihinin hiçbir döneminde bilgi ve ticari mal üretimindeki artış bu kadar hızlı olmamış, nüfus bu kadar hızlı artmamış, mesafeler, ürünler, sınırlar ve yaşam şekilleri bu kadar hızlı değişmemiştir. Baş döndürücü gelişmelerin büyük bir hızla yaşandığı bu yeni dünyada bilgiyi istifleme değil, işleme yeteneğini kazandıracak yepyeni bir eğitim modeli adeta kendini dayatmaktadır.
Küreselleşme denilen bu süreçte sayısız hastalığa çare bulunmuş, insanların yaşam süresi uzamış, başta iletişim ve ulaşım olmak üzere gelişen teknoloji insanların hayatını alabildiğine kolaylaştırmıştır. Yine bu süreçte özellikle II. Dünya savaşından sonra Avrupa’da, 1990’lardan itibaren Sovyet bloğunda, şimdilerde ise Ortadoğuda olmak üzere aşırı devletçi ve demokratik olmayan yönetimler zayıflamış ya da ortadan kalkmıştır. Bu dönemle birlikte dünya genelinde özgürlük, insan hakları, demokratik yaklaşımlar, çoğulculuk, sivil toplum ve pazar ekonomisi lehine bir yönelim doğmuş ve bütün bu alanlarla ilgili küresel düzeyde bir farkındalık oluşmaya başlamıştır.
Ancak son 50 yılda dünya nüfusunun en zengin %20’lik kesiminin toplam gelirden aldıkları pay %30’dan %72’ye çıkarken, en yoksul %20’lik kesimin aldığı pay %8’den 3.2’ye düşmüştür. Bu iki kesim arasındaki fark 22.4 kata çıkmış ve bu durum başta Afrika olmak üzere dünyanın birçok yerinde kitlesel işsizlik ve fakirliğe yol açmış; diğer taraftan insanoğlunun ağır bedeller ödemesine, yeni sorunların ortaya çıkmasına ve insanlığın geleceğiyle ilgili ciddi kuşku ve kaygıların oluşmasına da yol açmıştır.
Yani geçtiğimiz yüzyıl iddia edildiği gibi ne daha barışçı, ne daha özgürlükçü ne de daha sivil bir yüzyıl olmuştur. İki dünya savaşı ve kanlı devrimleriyle yirminci yüzyıl, Brezinski’nin yerinde tespitiyle “mega ölümler” çağı olarak ortaya çıkmış ve mega boyutta ölümlerin yaşandığı bir yüzyıl olmuştur.Bu yüzyıl içinde tarihin hiçbir döneminde yaşanmadığı kadar insan kaybı yaşanmış ve sadece savaş meydanlarında ölen insan sayısı iki yüz milyonu aşmıştır.
Tüm bu olumsuz gelişmelerle birlikte yaşananlar aynı zamanda küresel ve temel sorunlarla mücadelede yeni bir körlük üretmiş ve bu körlük başta bilim adamları ve uzmanlarda olmak üzere sayısız hata ve yanılsamalara kaynaklık etmiştir.
Her yerde ve onlarca yıl boyunca, akıl ve ilerleme adına iş yaptıklarını ve toplulukların alışkanlık ve kaygılarını boş inanç olarak görmeye kendini inandırmış uzmanların getirdikleri ve akılcı olduğu iddia edilen çözümler, zenginleştirirken yoksullaştırmış, yaratırken yok etmiş; dünyanın her yerinde binlerce hektar arazi üstünde tarla açma ve ormansızlaştırma çalışmaları su dengesinin bozulmasına ve toprakların çölleşmesine sebep olmuştur.
Tek cins ürüne dayalı büyük çaplı tarım, kendine yeterli küçük çaplı çok türlü tarımı ortadan kaldırarak kıtlıkları daha da ağırlaştırarak kırsal göçü ve kentsel gecekondulaşmayı hızlandırmış; ortaya konan çabalar ise, bir ekonomistin tanımlamasıyla “plansızlaştırmanın planlanması, programsızlaştırmanın programlanması”ndan ibaret kalmış; böylece, geçen yıllar kendinin tek akılsallık olduğunu öne süren, ama aslında uzun vadede algılama, düşünme ve vizyonu felç eden bir akılsallaştırmanın egemenliği altında yaşanmıştır.
Değişim ve Türkiye
Ülkemiz de bu değişimden nasibini almış ve bu küreselleşme sürecine paralel olarak 1950’de %20 olan şehirleşme oranı günümüzde %75-80’e ulaşmış, yabancı sermaye ve ekonomideki sivilleşmenin etkisiyle ihracatta 30 milyar dolardan 130 milyar dolara çıkılmış, dünyanın ilk 17 ekonomisinden biri haline gelinmiştir.
Tarihin kırılma anlarından birinden geçtiğimiz bu dönemde Türkiye ve Anadolu insanı, küreselleşme sürecinin bir avuç azınlığın değil bütün insanlığın faydasına olacak bir sürece dönüştürülmesi ve başta kendi iç sorunlarımız olmak üzere bölgede, İslam dünyasında ve bütün dünyada yaşanan sorunların çözümüne katkı sağlanması konularında daha çok inisiyatif almalı ve daha kapsamlı sorumluluklar üstlenmelidir. Çünkü insanoğlunun kadim adalet, özgürlük, ahlak ve onur arayışı binlerce yıldır devam ettiği gibi bugün de devam etmektedir ve Türkiye insanı için zaman; ülke, bölge ve dünya adına yeni sorumluluklar alma, yeni birliktelikler kurma, yeni mektepler açma ve yeni yaklaşımlar geliştirme zamanıdır.
Yani, zaman adeta herkesin sustuğu, nefesinin tükendiği, anlam arayışının duruşa geçtiği bu dönemde tekrar konuşma; daha özgür bir ülke ve daha anlamlı bir dünya için bir şeyler yapma zamanıdır.Bunun da yolu sağlam bir gelecek inşa etmekten geçmektedir. Bu gelecek de belirli kalıplar içerisine sıkıştırılmış vatandaşlar yetiştirerek değil, potansiyellerini optimum düzeyde geliştirmiş; bilgili, üretken, ülkesini seven, toplumuyla ve toplumsal değerleriyle barışık, bireysel, toplumsal ve küresel sorumluluklarının bilincinde, tam gelişmiş iyi insanlar yetiştirmekle inşa edilebilecektir.
Eserin faydalı olması temennisi ile.