FETİH AHLÂKI
Özellikle muhafazakâr kesim tarafından nasıl bir algı ile yapılıyorsa yılbaşı kutlamasına bir tepki olarak kutlanan Mekke’nin Fethi olayını sanırım hepiniz duymuşsunuzdur.
Öncelikle bu fetih; sanıldığı gibi, 1 Ocak tarihinde gerçekleşen bir fetih değildir. Zira siyer kitapları, bu fethin miladi takvimle 11 Ocak tarihinde gerçekleştiğini haber verirler.
Evet, Mekke’nin Fethi başına 8 yıl önce ödül koyan, kanına ekmek doğramaya yemin edilen; imana zindan, küfre saray olan; alaydan iftiraya, boykottan işkenceye kadar yapılmadık kötülük bırakılmayan bir beldenin yeniden fethedilmesidir!
Zira devran dönmüş, dünün refah içinde şımarmış seçkinleri, rezil ve rüsva olmuşlar; kimi yaptığı zulmün ezikliği altında mahvolmuş, kimi kendisini korumayan putuna küfretmeye başlamış, kimi yaptığı kötülülerin utancını yüzüne taşımış kimi de kiniyle kahrolmuştur.
Ama bu sahnede dikkat çeken en önemli unsur; taşkınlığın, saldırganlığın, hava atmanın, caka satmanın zerresinin olmamasıdır!
Tam aksine, bu zaferin kahramanı çilekeş Hz.Nebi(sav)’nin gözlerinde yaş, devesinin hörgücüne değecek kadar eğilmiş bir baş, kıpır kıpır dudaklarını görüyorsunuz!
Zira inen ayetler (Nasr Süresi) “bir zafer nasıl kutlanır?” sualine iki anahtar ile cevap veriyordur;
Birincisi “hamd ile tesbih”, ikincisi “istiğfar”.
Hamd zafere teşekkür, tesbih ise zaferi kendinden değil, Allah’tan bilmek!
İlginç değil mi?
Hem her şeyini koyup zafer kazanacaksın, hem de mağfiret dilenecek ve tevbe edeceksin.
Estağfirullah’ı “pardon” zannedenler bunu kavrayamaz bilirim ama “bilinç yenileme” ile elde edilen farkındalığı diğerlerinden ayıran fark da bu zaten!
Beni çok etkileyen daha farklı bir yönü var bu tarihi olayın;
Zaferin kanla pekişeceğini sananlara engel olarak, şiddet gösterilerine izin vermeyen Alemlere rahmet olan, Kâbe’yi açtıktan sonra şaşkın bakışlar altında anahtarı bu konuda liyakatini ispat etmiş olan eski sahibine vererek, düşmanlarını şaşırtmaya devam eder ve Kâbe’nin avlusunda kendileri hakkında verilecek kararı korku ve endişe içinde bekleyen Mekkeli’lere seslenir:
“Bugün size kınama yok! Haydi, gidin! Siz salıverilenlerdensiniz!”
Evet, “rahmet” kokan bu sözler, sadece Mekke’nin değil, gönüllerin de fethini fısıldıyor ama tam da bu noktada “Mekke’nin Fethi” diye yaygara koparıp hamaset yapanlara soruyor beynim;
“Biz kaç Mekke’yi zulmün elinden kurtarabildik ve en önemlisi kaç gönül fethedebildik?”
Başımız önümüze düştü değil mi?
Peki neden?
Eminim ki fark edenler ve kalp gözüyle akledenler görebiliyordur. Bugün bedenlerimizde iki ayrı dünya, iki ayrı aidiyet, iki ayrı kıble, hatta iki ayrı inanç alanı var:
Biri, benliğimize ömrümüze gölgesi düşen ailemiz ve toplumsal kabullerin kodladığı dünyevi aidiyet; diğeri ise ruh köklerimiz, diğer bir deyişle fıtratımıza kodlanan, yaşadığımız toplumsal travmalardan kaynaklı zaman zaman kurtulmak istesek de kurtulamadığımız aidiyet.
Söz konusu ontolojik paydamız olan din konusu olunca, sanki ilk aidiyet devreye giriyor ve aslında ruh köklerimizle bağlı olduğumuz aidiyeti ıskalayarak araçları amaç haline getirip asıl amacı ıskalıyoruz!
Özellikle yollanan “Mekke’nin Fethi” benzeri, her hafta telefonlarımızın ekranlarını süsleyen “hayırlı cumalar” mesajlarını okudukça bunu daha iyi anlayabiliyorum.
Asıl amacı cem olmak (toplanmak) ve bu toplantı sonrasında toplumsal yaraların sarılması için iş birliği anlamına gelen bir birliktelik, kelimelerin boşluğu dövdüğü ruhsuz bir laf salatasına dönüşüyor.
Tıpkı, günde beş vakit hayatın muhasebesini yapabilmek için emredilen ve bu yüzden de “kılın” emri yerine “dosdoğru kılın” emrinin defalarca haykırıldığı namazı, bir borç ödeme seansına dönüştürmemiz gibi.
Ya da zekât, infak ve yardımlaşmanın amacı yoksullukla mücadele, zengin ile fakir arasındaki uçurumun kapatılarak yeryüzünde eşitliğin sağlanması iken ve bu emirlerle yoksullukla mücadele etmeniz gerekirken, yoksulluğu yok etmek için değil kurumlaştırmak için mücadele etmeye başlamamız gibi.
Zira yoksulluğu var edeceksiniz ki her verdiğiniz vicdanınıza rüşvet olsun! Öyle ya, yoksulluğu yok edecek projeler üretmek yerine yoksulları küçük küçük yemleyerek kendimizi tatmin edecek ve onların sırtından cennet kazanacak bir kapıya dönüştürmemiz lazım!
Gerçekte maksadı nasıl ıskalıyor, araçları nasıl amaçlaştırıyoruz farkında mısınız?
Üstelik bütün bu kurnazlıkları da amaçtan kurtulmak için yapıyor ve böylece ibadetlerin amaçlarına ulaşmasına ama farkında olarak ama olmadan engel oluyoruz! Bu sayede de ibadet dediğimiz davranışlar bütünü bugün olduğu gibi amacını, ruhunu ve anlamını kaybediyor!
“Hayırlı cumalar!”
Dil söylüyor mu, evet!
Peki el, eyliyor mu, hayır!
Sormazlar mı adama hani nerde ibadet?
Bakın ilahi kelama!
Müşriklerin de ibadet ettiğine “Vay o namaz kılanların haline!” haykırışı ile, Maun suresi baştan sona “delil” değil midir?
Dilin söylediğini eller eylemiyorsa ortaya bir sonuç çıkar mı, hayır!
Dilin söylediğini eller eylemiyorsa bir kanadında söylem öbür kanadında eylem olan dua kuşu uçar mı, hayır!
İşte bu yüzden bizim dualarımız sadece boşluğu dövüyor!
Tam da bu yüzden yaptığımız ibadetler; bizi daha iyi, daha insan, daha merhametli, daha vicdanlı, daha şefkatli, daha adil, daha bilinçli, daha akıllı, daha ahlaklı kılmıyor.
Zira; ibadetin “amacı” gerçekleşmiş olsaydı, toplumun “ibadet eden kesimi” toplumun en kaliteli, en ahlâklı, en güvenilir, en adil, en merhametli kesimi olurdu!
Demek ki biz, araçları amaçların yerine koyuyoruz!
Çünkü su gibi nerde olduğu fark etmeksizin girdiği kabın şeklini alan ve ortaya koyduğumuz davranışlar bütünü olan ibadetler, amaç değil tam aksine daha yüksek bir amaca hizmet eden araçlardır.
Misal, ilahi beyana göre namazın amacı, “insanı kötülükten alıkoyması”; orucun amacı insanı takvaya, sorumluluk bilincine ulaştırması ve yeryüzünden yoksulluğu silmesidir.
Peki kıldığımız namaz bizi kötülüklerden alıkoymuyor, tuttuğumuz oruç asıl amacına hizmet etmiyorsa? İşte o zaman, o ibadet ibadet olmaktan çıkmış; adet ve ayin halini almış, ruhsuz bir tekrar olan ritüele dönüşmüş; anlam ve amacını kaybederek zayi olmuştur.
Lafın kısası, eğer adına ibadet koyduğumuz davranışlar bütünü; yerini kaybetmiş, ya da yerinden edilmiş ise, yani bizi daha merhametli, daha akıllı, daha iradeli, daha şefkatli, daha iyi, daha insan, daha kaliteli, daha ahlâklı, daha farkında yapmıyorsa, o ibadet amacından sapmış, araç amacın yerini almıştır.
Bugün gördüğüm ve algıladığım kadarıyla bir taraftan ‘Mekke’nin Fethi’ni bir övünç kabul eden ama orda verilen en önemli mesaj olan fetih ahlâkı ve amacını benimseyemeyenlerin de; ak ve kara, iyi ve kötü, adalet ve zulüm, savaş ve barış, inşa ve imha, sevap ve günahın birbiriyle takas edilmeye çalışılıyor olmasının altında da bu “hedef sapma” yatmaktadır.
Çünkü burada “istismar” devreye girmektedir.
Toplum, “bizzat kendi özünü, ruh köklerini istismar eder mi?” diyeceksiniz biliyorum, ama ediyor işte.
Peki bu nasıl bir istismar?
Kabul edersiniz ki; herkes, uğruna bedel ödediği şeyin meyveye dönüşmesini ister. Fakat istismar denen şey, kişinin “bedel ödemediği” bir değerin ürününe konmak istemesidir.
Bizim cebimizde aradığımız bozuk parayı, muhtaç birine uzatarak firdevslere talip olmamız sanrısı gibi. Öyle ya, her birimiz cebimizdeki bozuk para ile firdevsleri satın alabileceğimizi düşünmüyor muyuz?
İnancımız karşısında “nasıl bir bedel?” ödüyoruz ki, elimizde bu bedele karşılık inancımızın vazettiği sevgi, merhamet ve adalet gibi değerler yok veya sadece “bizim” kendi mahallemize sunduğumuz değerler olarak kalıyor?
Bu apayrı bir tartışma konusu olsa da “bedeli” ödenmeyen hakikatin sahibi değil; “Mekke’nin Fethi” veya “hayırlı cumalar” mesajlarımızda olduğu gibi sadece “tellalı” olabileceğimiz gerçeği gün gibi aşikâr!
Bu noktada da tüm suçu, maskeleriyle dini ve dindarları istismar eden tiplere yüklemeyi doğru bulmuyorum. Zira, istismar eden kadar, istismarcının değirmenine su taşıyan ya da istismara prim verenler de suçludur!
İnsan olarak yaşamını idame ettirebilmesi, ruh köklerine bağlı kaldığı sürece “eşref” sıfatını koruyabileceğini ve ancak bu şekilde ötelerde ruhunu “sükuna” erdirebileceğini haykıran ilahi beyana rağmen; zihin ve yaşam konforunu bozmamak adına kutsallarını türlü isimlerle sıfatlandırdığı veya kutsallık atfettiği başkalarına havale eden bir toplum, pek tabi ki istismar edilecek ve bu istismarın sonucunda arz ettiğim gibi amacın yerini araç alacaktır.
Zira iki dünyalı yaşamı tek dünyaya indirgemeye çalışan modern(!) zihin, hayatın “öteki” kanadını kırdığı yani vaad edilenin değil peşin olanın peşine düştüğü için, geriye kalan tek kanada yatırım yaparak kendini mutlu etmeye (!) çalışıyor.
Gayem tabi ki kimsenin yüreğinin sarraflığını yapmak değil, zaten eylem(ler)iyle yüreğindekini ortaya koyanların yüreğini bilmeye gerek de yok.
Benim yapmaya çalıştığım şey, ilahi beyanın aynasında suretin “siretini” göstermek!
Bu aynaya bakıp “kendi ederini” belirlemek ve “Mekke’nin Fethi” olayının nasıl bir ahlâkı sinesinde taşıdığını görebilmek ise kişinin çabası ve nasibince mümkün!
Farkındalık dileklerimle!