HAYATA KILDIRILAN NAMAZ
Kıldığımız namaz bir “kültür” den öteye geçmiyor; iman kavramımız gırtlağımızdan boğazımıza inmiyor, aldığımız abdest uzuvlarımızı temizliyor ama kalplerimizdeki kiri, pası sökmeye yetmiyor! Bu yüzden de nefis putlarına taparak, mamon (para) ilahının karşısında secde ediyor ama bir taraftan da dudaklarımızla Allah’ın ilahlığını haykırıyoruz!
Kısa ama çarpıcı bir anekdot okudum bugün.
“Allah'a 1 kez "hayır" dediği için huzurdan kovulan ve yerinin ebedi ateş olduğu ayetlerle sabit olan şeytana rağmen günde tam 5 kez "hayır" diyerek namaz kılmaya üşenen "kalbi temiz" kardeşim! Otur düşün! Allah seni huzuruna neden istemiyor? Ne yaptın ki Allah seni böyle bir azaba müstahak gördü? Ne yaptın da huzurdan kovuldun? 1 kez hayır diyen ve gideceği yer ayetle sabit olan şeytana rağmen günde 5 kez hayır deme cesaretini kimden ve nerden alıyorsun?”
Evet, bu kısa anekdot aslında birçok ikazı farklı bir bakış açısıyla ama daha çarpıcı bir şekilde değerlendirmiş. Bu yüzden, ben de bugün bir borç edasıyla ikame etmeye çalıştığımız ve kafamıza vura vura öğretilen İslam’ın şartı beştir ilkesinin ikinci şartı olarak lanse edilen namaz konusuna değinmek istiyorum.
Nedir namaz dedikleri nüsuk?
Bizim günde 5 vakit secdeye yatmamız kalkmamız mı? Ya da dediğim gibi bunu bir borç edasıyla alalacele ödeme gayesiyle kurtulma telaşımız mı?
Kur’an-ı Kerim’de “namaz” diye bir kelime yoktur desem din(i)darlar hemen üzerime çullanır. Zira hayata, olaylara, durumlara, olgu ve gelişmelere hep düz mantık ile bakarlar. Beyinleri, Rahman’ın sunduğu en büyük nimet olan, 75 ayette “kullanın” dediği ve buna 700’e yakın atıfta bulunduğu “akıl” nimetleri ya liderlerine, ya şeyhlerine, ya cemaatlerine ya da tarikatlerine ipoteklidir çünkü.
Evet Kur’an-ı Mübin’de “namaz” kelimesi geçmez.
Bunun yerine “igame salat” kelimesi geçer.
Zira “namaz” kelimesi arapça değil farsça bir kelimedir. Kur’an-ı Kerim’e baktığınızda yaklaşık 130 yerde “salat” kelimesi geçer ama buna rağmen sekiz-on yerde nüsuklara atıf yapılır. Ama yazık ki mealcilerimizin büyük çoğunluğu salat kavramını sadece namaza indirgemiştir.
Haydi…
Atamızdan, dedemizden, babamızdan görerek öğrendiğimiz ve birer ritüel haline getirdiğimiz namaz ibadeti ne anlama geliyor ana kaynağımız olan Kur’an-ı Mübin’i esas alarak hep birlikte irdeleyelim.
Namaz öyle bir ibadettir ki savaş sırasında dahi yerine getirilir. Zira Nisa suresi 102. ayette savaş durumunda bir grubun namaz kıldığını, diğer grubun ise nöbet tuttuğunu görüyoruz. Secde edildikten sonra diğer grup ilk grubun yerini alıp namazını kılmaktadır. Burada savaş tehlikesinin olduğu bir durumda bile namazın secde de dahil olmak üzere (secde kişinin en savunmasız halidir) yerine getirildiğini; fakat nöbetleşe, silahları bırakmadan, düşmana fırsat verilmeden bunun yapıldığını görüyoruz.
Eğer savaşta dahi vakitli farz olunan namaz böyle yerine getiriliyorsa; normal şartlarda namazın kıyamı, rükusu ve secdesi ile yerine getirilmesinin önemi daha iyi anlaşılır.
Peki namaz ne zamandan beri var?
Kur’an-ı Mübin’de İbrahim suresi 40. ayete baktığımızda namazın Hz. İbrahim’den beri varolan bir ibadet olduğunu anlıyoruz. Hz. İbrahim’in ibadet evi Kabe’yi ele geçiren, Allah’a ortak koşucu putperestler bile namazı -sapkın bir şekilde olsa da- uygularlardı diyor zira Enfal suresi 35. ayet. Ayrıca Meryem suresi 59. ayette ise evvelki nesillerin uyguladıkları namaz alışkanlıklarını şehvetlerine uyma sonucu bıraktıklarını söylüyor.
Demek ki…
Hz. Peygamber (sav) zamanında, namaz (salat) denildiğinde namazın ne olduğu hususunda bir algı oluşmaktaydı. Aynen günümüzde de “namaz” denilince namaz kılmayan kişilerin bile namazın hareketlerini, Allah’a yönelmeyi ve ibadet etmeyi anladıkları gibi.
Namaz, Allah’ı zikretmek (hatırlamak) için yapılan bir ibadettir diyor Taha suresi 14. ayet. Fakat Allah’ı zikretmeye ek olarak belli vakitlerde farz kılınmıştır, abdestli olarak yerine getirilmelidir ve belli hareketleri de kapsamak gibi bazı ilave özelliklere sahiptir.
Devam edelim.
Kur’an’da hareketli ibadet manasında üç kelime geçer. Bunlar “kıyam (ayakta durma)”, “rüku (eğilme)” ve “secde (yüz üstü yere kapanma)” şeklindedir. Bakara suresi 125. ayet İbrahim Peygamber’in makamının namaz yeri edinilmesi, evin temiz tutulması gerektiğini söyler. Hac suresi 26. ayette ise “kıyam, rüku ve secde” edenler için evin temiz tutulması emredilerek; namazın üç hareketinin ne olduğu bir arada gösterilmiş olur.
Şimdi de bu ayetlerden yola çıkarak biz Allah’ı ne kadar bilinçli bir şekilde zikredebiliyoruz ona bakalım.
Birçok kişi namaz kılarken aklına başka şeyler geldiğini söyler. Elbette ki ezber bir namazda, akla namazla alakası olmayan çok şey gelebilir. Çünkü beyin ezberde olan bir şeyi söylerken düşünmek zorunda olmadığı için başka şeyler düşünebilir. Yani, beyinde kodlu olan sözler otomatik olarak ağızdan çıkar ve bu yüzden de çoğu kez kişi çoğu kez ne söylediğinin farkında bile değildir. Hele kişi bilmediği bir dildeki metinleri ezberleyip tekrarlıyorsa, bu sorun artarak kendini gösterir.
Arapça bilmeyip, her harekette aynı sözleri tekrarlayarak namaz kılanlara, kıldıkları namazların kaçında, söylediklerinin ne kadarının farkında olduklarını bir sorun, araştırın, bu şekilde kılınan namazın sakıncalarını o zaman anlayacaksınız. Yani? Her gün, hep aynı ayetler bilinmeyen bir dilde tekrarlanınca, sözel olarak yapılan bilinçli şekilde zikretmeler yerini bilinçsiz tekrarlara bıraktı.
Bir tık daha ileri gidelim.
Allah, Nisa suresi 43. ayette “Ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın” emriyle sarhoş olmayan içkili kişilerin bile namaz kılmalarını istemiş fakat onlara “ne söylediğini bilmek” gibi bir şart koşmuştur. Yani Allah, sarhoşlar bilinçlerini yitirdikleri ve ne söylediklerinden habersiz olduklarında namaz kılmalarını istemediğini bildirmiştir.
Peki ayık kafalıyken hem bilmediği bir dilde, hem de ezbere Arapça Kur’an okuyup ne dediğini bilmeyenlerin durumunun bu sarhoşlardan anlama konusunda ne farkı vardır? Bunların namazlarında yerine getirmedikleri unsur olan “ne söylediğini bilmek”, sarhoşların yerine getirmediği unsurla aynı değil midir?
Fazla uzatmayayım ama çok derin bir konu bu ve bugünkü “borç edasıyla” artık ruhsuz birer rütüel haline gelmiş namazlarımızın da asıl sebebi maalesef.
Peki, kıldığımız namazlardaki davranışlar ne anlama geliyor?
Aslında namazın sembolleri üzerine söylenecek sözün nihayeti yoktur ama biz yine de, namazın rükünleri üzerinden namazın sembolize ettiği hakikatlere usul birkaç atıf yapmayı deneyelim:
Başlangıç tekbiri: “Allahu Ekber” kelimesinde ifadesini bulan tekbir, Allah’ı her türlü nisbetten arî olarak “büyük, en büyük, tek büyük, mutlak büyük” bilmektir.
İnsan tekbir getirirken dünyasını ellerinin üzerine koyup ardına atar. Önünde sadece Rabb’ine uzanan yol kalır ki, o yol Fatiha suresinde anıldığı üzere sırat-ı müstakim yani dosdoğru yoldur.
Kıyam: Allah’a duyulan saygıyı sembolize eder. Kıyam, ayakta durmak, ayağa kalkmak, doğrulmaktır. Kıyam, kelime-i tevhidin ilk yarısı, yani Lâ ilâhe illâllah’ın “kulluk edilmeye layık hiçbir varlık yoktur” anlamına gelen “lâ ilâhe” sini temsil eder. Bu duruş şirke, küfre, isyana, tuğyana başkaldırıdır.
Kıraat: Kur’an’ın namaza taşınmasıdır. Kıraati tilavetten ayıran şey yukarda arz ettiğim gibi “anlam” dır. Okuyanın anlama kabiliyeti tilaveti kıraate çevirir. Zira maksat yaşamaktır ki, anlamadan zaten yaşanmaz.
Kıraatin kalbi ise Fatiha’dır. Fatiha, Hz. Peygamber (sav)’in de dediği gibi “Allah ile kulun diyalogunu temsil eder”. Yani Fatiha, namazı Allah’la kul arasındaki sohbete dönüştürür. Bunun için “Fatihasız namaz, namaz olmaz.”
Rükû: Saygıdan dolayı boyun eğmeyi ifade eder ve kıyamdaki saygının bir sonraki aşamasıdır. Rükû tek başına ictimai(toplumsal) teslimiyeti, secde ise şahsi teslimiyeti ifade eder. Zira “rükû edenlerle birlikte rükû edin!” ayeti vardır fakat “secde edenlerle birlikte secde edin!” ayeti yoktur. Rükû, kıyam ile secde arasında bir duraktır.
Rükûyu kulun tüm dört ayak üzerinde yürüyen canlıları temsiliyeti olarak okursak, bu yönüyle namaz, insanın varlığı temsilen Allah’ın huzuruna çıkarak verdiği bir “halifelik tekmili” dir. Rükû secde ile birlikte lâ ilâhe illâllah’ın ikinci yarısı olan “kulluk edilmeye layık sadece Allah vardır” anlamındaki illâllah’ı temsil eder. Rükû ile hamd beden diline yansır. Bu yüzden de rükûdan doğrulan kul, “Allah, hamd edeni işitir” der.
Secde: Saygının nihai noktasını ve zirvesini temsil eder. Huşû duyan kalp önce sahibini ayağa kaldırır, sonra boyun eğdirir, en sonunda secdeye vardırır. Secde insanın Allah karşısındaki mahviyet ve kulluğunu temsil eder. Secde insanın insanlığını Allah’ın huzurunda yere koymasıdır. İnsanlığımızı temsil eden alnımızı Allah’ın huzurunda yere koymamız, insanlığımızı borçlu olduğumuz Rabb’e şükür nişanesidir. Secdeyi Allah’a kurban olmak olarak okumak gerekir ki, “secde et ve yaklaş” (Alak 19) ayeti bunu ifade eder. Aynı zamanda secde anne karnındaki saf hale dönüştür. Çünkü, secdedeki duruş ceninin anne karnındaki duruşuna benzer.
Ka’de: Oturuş, yolculuğun sonunu temsil eder. Namaz içinde duanın en yoğun olduğu bölümdür. Dua sadece “ibadetlerin beyni” değil, namazın da beynidir. Oturuşun sonundaki selâm miraç yolculuğunun sonunu temsil eder. Sağınız ve solunuzdaki tüm varlığı selâmlayarak, varlığı temsilen bu miracı yaptığınızı söylemiş olursunuz.
Namaz teslimiyetin alameti, selâm ve selâmet teslimiyetin ödülü, teslimiyet ise İslâm’ın alametidir. Selâm vermekle, teslimiyetin ödülünü bütün bir varlıkla paylaşmış oluruz.
Şimdi bu dinsel terminoloji içindeki tespitlerle bizim durumumuzu irdeleyelim.
Namaz kılıyor musun? “Evet kılıyorum!”
Peki namazı ne için kıldığını biliyor musun?
“Tabi ki Allah emrettiği için kılıyorum!” Eyvallah!
Peki namazı hayata kıldırıyor musun?
“Nasıl yani?”
Senin kıldığın namaz atandan, dedenden, babandan gördüğün içi boşaltılmış kuru bir ritüel olmasa idi; namazın bir nüsuk olduğunu, asıl gayesinin dünyayı arkaya almak, zulme, haksızlığa, yoksulluğa, müstekbirliğe, ırkçılığa kıyam etmek; Allah’tan başka tüm ilahlara LA demek ve belki de en önemlisi de secde halindeki o biçare, zavallı halinle sahip olduğun kibrin, gururun, egonun ayaklarının altında ezilmesi gerektiğini anlardın!
Kıldığın namaz hayata kıldırılsa idi… Bugün senin iman iddiasında bulunduğun bu din-i mübinin asıl kaynağı ve kanımca tek güneşi olan Rahman’ın kelamını “mehcur” bırakmaz; dinini hacıdan, hocadan, şeyhten, imamdan öğrenme yoluna gitmezdin!
Kıldığın namaz hayata kıldırılsa idi; Mensup olduğunu iddia ettiğin dinde kurulan nizamda “insanın insana Rahman’ın bir emaneti” olduğunu müşahade eder; o emaneti incitmekten ödün kopardı.
Kıldığın namaz hayata kıldırılsa idi; Bugün kafir dediğin insanlar uzayda maydanoz yetiştiriyorken günümüzdeki cihat kavramının artık bilimle, ilimle, fenle, teknoloji ile olduğunu müşahade eder; 1400 yıldır hakkında şerhler, ciltler, külliyatlar yazılan “din güzel ahlaktır” düsturu gereğince, iyi insan olma ve iyi insan yetiştirme; pasif iyilikten aktif iyiliğe adım atma yolunda bir mücadelen olurdu!
Kıldığın namaz hayata kıldırılsa idi; Bizzat Peygamberi emin sıfatına mazhar iken emin olunması gereken müslümanın yerine gayr-i müslime sığınan insanların hali uykularını kaçırır; boğazına lokmaları dizer; sahillere vuran çocukların cesetleri ömrüne kara bir leke olarak siner ve kendi çocuğunu bırak sevmeyi kucağına almaktan haya ederdin!
Kıldığın namaz hayata kıldırılsa idi; Trilyonlarca para verip adım başı inşa ettiğin her biri lüks ve şatafat içinde olan ama cemaati 30’u geçmeyen camiilerin avlularında Allah’ın en nadide ve muhteşem ayeti olan, "ahsen-i takvim suretinde yarattım" dediği insanlar; yaşlısıyla genciyle, kadınıyla çocuğuyla bebeğiyle dilenmez, el açmaz ve yardıma muhtaç hale gelmezdi.
Kıldığın namaz hayata kıldırılsa idi, bugün önüne geleni tekfir edip Rahman’ın “Rahim” sıfatının bekçiliğini yaparak onu bunu ateş ehli ilan etmekten vazgeçer; gün boyu paylaştığın, konuştuğun ayet ve hadislerden azıcık bişeyler kapar; bu dinin “kal” (söz) değil “hal” (davranış) dini olduğunu; sen kendi kapını süpürmeden başka kapının pisliğinden şikayetçi olamayacağını müşahade ederdin!
Kıldığın namaz hayata kıldırılsa idi, beyinsizliğimiz yüzünden başımıza yağan pislikleri Allah’a mal ederek “kader” olarak addetmez ve Allah’ın ısrarla kullanın dediği, seni kainatın halifesi kılan yegane varlığın olan aklını kullanır; o cemaate, şu şeyhe bu tarikata kiralamazdın.
Kıldığın namaz hayata kıldırılsa idi, kirlenmediği taktirde Allah’ın sesi olarak addedilen vicdanın seni alay-i illiyin (meleklerin secde ettiği makam) makamına taşır ve Rahman’ın tüm melekeleri/güçleri sana secde eder; emrine amade olur; feraset ve basiretin bu denli kapanmaz, kalbin bu denli körleşmezdi.
Uzatmaya gerek var mı sizce?
Zira bu listeyle kitaplar yazılır ne yazık ki.
Yanisi?
Biz namazı arz ettiğim gibi bir borç olarak görüyoruz! Biz namazı günde 5 vakit spor olarak addediyoruz.!
Biz Rahman’ın kelamını mehcur bıraktık ve başımıza pislikler yağıyor!
Biz hayatımızdaki ilah enflasyonunda hayır diyemediğimiz putlarımızla kelime-i şehadetin ilk adımı olan Lâ‘nın hakkını veremiyor ve tevhidi yaşadığımız sanıyoruz!
Biz Allah’a inandığımızı iddia ediyor ama ne yazık ki O’na güvenmiyoruz! (Nisa 136)
Bu güzelim din hayat dini iken, hayatın akışında can bulması gerekirken biz onu ısrarla ehl-i kitabın yaptığı gibi bir “tapınak” dini haline getirmek için var gücümüzle çalışıyoruz!
Kıldığımız namaz bir “kültür” den öteye geçmiyor; iman kavramımız gırtlağımızdan boğazımıza inmiyor, aldığımız abdest uzuvlarımızı temizliyor ama kalplerimizdeki kiri, pası sökmeye yetmiyor! Bu yüzden de nefis putlarına taparak, mamon (para) ilahının karşısında secde ediyor ama bir taraftan da dudaklarımızla Allah’ın ilahlığını haykırıyoruz!
Kısacası eylemlerimiz söylemlerimizi yalanlıyor!
Kızıyor musunuz?
Buyrun sakince ahvalimize bakalım!
Dindarlık (!) arttıkça, Kur'an kursları arttıkça, camilerimiz arttıkça biz nerede kaldık?
Israrla yazdığım gibi bu ülkede 2014 Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yaptırdığı ankette dinin mensuplarının %92’si bir kez dahi (!) Kur'an meali okumamış doğru mu?
Dini kimden öğrenmiş? Hacıdan...Hocadan...Okuduğu zammı sürenin anlamını bile bilmeyen imamdan (Gerçek muvahhid kardeşlerimi tenzih ediyorum)!
Israrla söyledim, söylüyorum, söyleyeceğim de!
Kıldığınız namaz;
- Sizi yetime, yoksula götürmüyorsa,
- Düşküne el uzattırmıyorsa,
-İnsanlar aç bilaçken zengin iftar sofralarında kuruluyor, yedikten sonra da geğirerek “elhamdülillah” nidasıyla elinizdeki nimetin şükrünü eda ettiğini sanıyorsanız,
- Elinizdeki nimetlerin bir hibe değil bir “emanet” olarak olduğunu algılayamıyor; “Ben seçilmiş biriyim işte, Allah’a hamd olsun beni zengin kıldı” edası içinde vicdanınızla oynuyorsanız,
-Elinizdekini vermek değil, en az onun kadar ihtiyacın olduğu halde bir yoksulla, yetimle paylaşmayı bir yaşam tarzı haline getirmediyseniz,
- Fakire, yoksula, yetime vermek için cebinizde bozuk para arıyor; ama yün seccadelerin üzerinde firdevs cennetlerine talip oluyorsanız ve bu liste uzar gider…
Sadece Maun suresini bir daha, bir daha, bir daha okuyun derim. Zira kıldığınız namaz sadece yorgunluktan ibarettir. Oturup kalkmanıza Allah’ın ihtiyacı yoktur. Açın Kur’an mealini ve nüzul (iniş) sırasına göre ilk 23 süreyi okuyun okuyun okuyun… O vakit asıl namazın manasını müşahade edersiniz! Orda Allah'ın namaz ehli ehl-i imanın (!) nasıl tehdit ettiğini görürsünüz!