İBADETLERİMİZ KİME HAYAT VERİYOR?
Gerçek din hava gibidir. Hiçbir yerde görünmez ama herkesi yaşatan odur. Gerçek ibadet ise su gibidir. Her yerden akar, her şekle girer. Hep başkasına hayat verir.
Günümüzde Muhammed İkbal’in tabiriyle “İslam’da dini düşüncenin yeniden inşasına” şiddetle ihtiyaç vardır. Çünkü tarihin hiçbir döneminde saygı, sevgi, anlayış ve farklılıklara açık olma anlayışından bu kadar sapılmamış; tekfir edici, sert, kışkırtıcı ve hedef gösterici söylemler bu kadar yükselişe geçmemiş; kendisi gibi düşünmeyenlerin din dışı sayılması ve gerektiğinde katledilmelerinin meşru sayılması bu denli taraftar bulmamıştı.
Belki de bu yüzden tarihin hiçbir döneminde iman konusunda günümüzde yaşanan kargaşa yaşanmadı. Bugün sorun bir mü'min gibi iman edenlerden ya da bir kafir gibi inkâr edenlerden kaynaklanmıyor. Asıl sorun; imanla inkârı, İslam ile küfrü, tevhitle şirki, hurafeyle dini, bidatle sünneti, yâkinle zannı, ilimle cehaleti, hakla batılı, gündüzle geceyi, ak ile karayı birbirine karıştıranlardan kaynaklanıyor.
Yani günümüzde Müslümanlar Allah'a itaat etmek yerine insan ürünü zanlara, din adamlarına ve durumdan faydalanan her türlü ekonomik ve siyasi çıkar çevrelerine itaat eder hale gelmişlerdir.
İslam'ın düşmanı olanların, İslam adına dine soktukları yanlışların bir sonucu olarak da günümüzde Müslümanlar, peygamberin yok etmek üzere gönderildiği ağırlıkların ve zincirlerin baskısı altında inlemektedirler.
"Firavunlar" yani politik istismarcılar, "Hamanlar" yani din ve bilgi sömürücüleri ve "Karunlar" yani ekonomi alanındaki sömürücüler, Müslüman dünyada kontrolü ele geçirmiş durumdadırlar.
Bunun en temel sebebi ise din ve ibadet anlayışımızın içinin boşaltılmış olması ve muazzam bir anlam kaymasına uğramasıdır. Bu nedenle olsa gerek modern dünyanın insanı elindeki onca imkana rağmen derin bir sıkışmışlık, yalnızlık, doyumsuzluk ve en çok da huzursuzluk içinde.
Dolayısıyla din ve ibadet anlayışının yeniden yapılandırılması, çağa entegre edilmesi gerekiyor. Çünkü 1400 küsur yıl öncesinin donmuş fıkhı artık bugüne cevap vermiyor.
“Neden” diye soracak olursak cevabını bulmak için son risalet halkasının geldiği yıllara dönmek gerekiyor.
Zira Resulullah (sav)’ın tebliğe başladığı dönemde Kabe ve Hz. İbrahim (as) o dönem için de kutsaldı. Ancak bu iki ismin hatırlattığı tevhid ortadan kalkmış, geriye sadece örf ve adetler kalmıştı. Zamanla heva ve heveslerin tazyiki altında tahrifata uğrayan dinden geriye kalanlar ise asla Allah’ın çağırdığı kurtuluş yolu değildi ve içinde İslam’dan ne kadar unsur bulunursa bulunsun öz itibariyle ziyana uğradığı için beşerî bir pozisyona bürünmüştü.
Yani vahiy yine ama son kez gelmişti. Çünkü Kur’an-ı Mübin Allah’ın bir öksüzün, bir yetimin tertemiz vicdanından dünyaya son kez haykırışı idi.
Ama ilginçti ki bu vahiy yeni bir Kâbe inşaatından bahsetmiyor, Safa ve Merve’yi başka yere taşımıyor, ihram yerine başka bir giysi emretmiyordu. Müşriklerin Kâbe’ye olan hürmetlerinden ve yerilen salatlarından bahsediyor; Hz. İbrahim, inen ayetlerle yeniden tanıtılıyor; O’nun oğluyla inşa ettiği Kâbe’den ve gençlik uyanışı olan putları nasıl kırdığı anlatılıyor ama bilinç mağduru olmuş ve olmaya zorlanmış toplum bunu göremiyordu.
Evet Hz. İbrahim, hala mukaddesti ama Kâbe eşitliğin sembolü değildi.
İşte bugün sahip olduğumuz İslam anlayışı ne acıdır ki peygamberimiz dönemindeki Kâbe’nin konumu gibidir. Üzerimizde İslam’ın varlığını savunurken, paçalarımızdan adeta din akarken dinin özü olan “güzel ahlak” tan, sevgiden, şefkatten, rahmetten, merhametten, empatiden bihaber durumdayız.
Bugün de içimizde yerleşmiş putları kâh Allah’a yakın olma bahanesiyle kâh menfaatlerimiz hayat bulsun diye biriktirmişiz. İçimizi bu kofluklarla dolduran Ebu Leheplerin peşinden giderken İslam’ın yüceliğini savunmak, yaşandığını ikrar etmek veya bugünkü tabloda iman iddiasında bulunmak, kâğıda su yazıp ıslanmasını beklemek gibi bir şey.
Asıl mevzu olan “neden” konusuna girmeden önce; ikide bir feveran ederek “İslam elden gidiyor” çığlığıyla bağırmak yerine, şu elimizden gidecek İslam’ın ne olduğuna bir bakarsak çok daha sağlıklı bir yaklaşım sergilemiş oluruz kanısındayım.
“Biz hangi İslam’ı kaybetmekten korkuyoruz?”
İdeolojik sarhoşlukların altında kıldığımız ve bizi Allah’tan başka herkese secde ettiren namazımızı mı?
On bir ayın sultanı Ramazan ayında akşama kadar aç kalıp sistemin kriz, enflasyon, dış ve iç borç dalgası altında bayat ekmek kuyruğuna geçen insanların on iki ay çektikleri sıkıntılarını hatırlamayı aklımıza dahi getirmediğimiz iftar vaktini mi?
Hacca gidip müşriklerden kalma dikili taşları taşladıktan sonra onların yeryüzündeki varisleriyle bizi sıkı fıkı etmekten çekinmeyen akidemizi mi?
“Allah’tan başka ilah yoktur” dedikten sonra mevcut ilah enflasyonunda Allah’ın ilahlığını neredeyse aklımıza getirmeyen Kelime-i Tevhidimizi mi?
Arapçasıyla da Türkçesiyle de yıllardır üzerimize atılan ölü toprağa üfürmesine fırsat tanımadığınız ezanımızı mı?
Hakikaten biz hangi İslam’ı kaybetmekten korkuyoruz?
Bence cevabı gayet kısa ve yalındır. Bizim kaybetmekten korktuğumuz İslamiyet, kurduğumuz sistem tarafından asla kaybına fırsat verilmeyen ama Hz. Peygamber (sav) tarafından da asla yaşanmayan İslam’dır.
Zira bugün toplumun sorunu amel-i salih değil akide sorunudur.
Kabul edelim ki Allah Resulü’nün ilkeleri uğruna çok şeyi, özellikle yaşadığı diyarı terk etmesini bilmemize rağmen makamlarımıza, maaşlarımıza ve diplomalarımıza Allah’ın ipinden daha sıkı sarıldık ve Allah’ın yerine onları ilah edindik.
İnsanların akın akın ve sürüler halinde uğradığı bu erozyonda biz de kaybolmak istemiyorsak sadece gelip geçici olan şu dünya hayatının yalanlarla dolu vaatlerini ortaya koyanların peşinden giderek değil, İncir ve Zeytin Diyarı’nı, Sina Dağı’nı ve Emin Belde’yi aydınlatan kaynağa, vahye dönerek yolumuzu bulabilir; o zaman toplumda bütün zorluklara rağmen değişimin nasıl gerçekleştiğini, “bir avuç” sayılanların “zalimleri nasıl bir inkılaba” uğrattığını görebiliriz.
Peki bu nasıl olacak?
Öncelikle din ve ibadet anlayışımızı düzeltmeliyiz.
Yani din ve ibadet anlayışımızı birkaç şekli ibadet etrafında dönüp duran bir “totoloji” (kısır döngü, anlamsız tekrar) haline gelmesinden kurtarmalıyız.
Çünkü bugün din ve ibadet anlayışı iyice daraltılmış, camiye, kandil gecelerine ve sayısı üçü beşi geçmeyen birkaç ritüele indirgenmiş durumdadır.
Eğer öyle olmasaydı müslüman zihnin din ve ibadet denince aklına “cami, ezan, kandil, türbe, şeyh, yeşil sarık, başörtüsü, cin, peri, mucize, kehanet, sır, musalla taşı, mezarlık ve yalnız -o da ruhu uçmuş şekli kalmış- üç ibadet ritüeli olan namaz, oruç ve hac” gelmezdi.
Yazık ki özellikle günümüzde baş döndürücü bir hızla indiği çağda zaten kullanılmakta olan din ve ibadet kelimelerini sarayların, tapınakların ve bezirgânların dünyasından çekip alan ve ona bambaşka bir yön veren (aslına döndüren) Kur’an-ı Kerim’in, tarihi süreç içinde mehcur bırakılmasıyla (terk edilmesiyle),diğer ümmetlerin girdiği deliklere bizimde girdiğimizi ve dönüp dolaşıp onların din ve ibadet anlayışını benimser hale geldiğimizi görüyoruz.
Peki bizim anladığımız gibi değilse kitabımızdaki din ve ibadet nedir?
Ana rehberimiz olan Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda “Din” kelimesi 103 yerde ve dört esas manada kullanılır. Yani “din” insanoğlu için geriye doğru (adet, töre),ileriye doğru (yol, yordam),yukarıya doğru (itaat, bağlılık),aşağıya doğru (hüküm, kural, ceza, mükâfat) şeklinde dört boyutlu bir ilişkiler ağının tümünü birden ifade ediyor. Bunların hepsini birden topladığı için yani “tedvin” ettiği için bir tek kelimeyle durumu “din” diye ifade ediyoruz.
Demek ki din kavramının, Kur’an-ı Kerim’de kullanım yerlerine göre kiminde adet, kiminde yol, kiminde itaat ve bağlılık, kiminde de hüküm, kural, yargı, ceza ve mükâfat anlamında kullanılması bu nedenledir.
Bu durumda söz konusu dört boyutlu anlamlar, değerler ve kurallar bütünü “din”, bunun bir coğrafi mekânda ete kemiğe bürünüşü “Medine”, bu bürünüşün mensupları “medenî” ve mensuplarınca ortaya konan maddi ve manevi tüm inşa ve imar faaliyeti de “medeniyet” oluyor.
Dikkat edin lütfen. Bu kelimelerin hepsi de din ile aynı kökten ve aralarında kopmaz bir bağ var.
Kur’an-ı Kerim’e baktığınızda kendi anlamlar, değerler ve kurallar bütününü bir “gerçek hayat dini” (dinu’l-gayyime) ve “insanlığın ana yolu/ipi” (hablun-mine’nnâs) olarak tanıtır. Buna, sanki bir madalyonun öbür yüzü gibi aynı zamanda “Allah’ın yolu/ipi” (hablun minellah) der.
Allah, Kur’an-ı Kerim’i insanlık âlemine, insanlık vicdanının ifadesi (basairu li’nnâs),yol gösterici (huda) ve halklar için sevgi ve merhamet kaynağı (rahmet) olarak tanıtır. (Casiye 20)
Demek ki İslam, kendini insanlığın ana yolu, fıtrat dini ve o ana kadar insanlıkta doğru namına ne kalmışsa hepsinin devamcısı (musaddık) olarak vazediyor. İnsanlığın gelmiş geçmiş tüm olumlu birikimini sahipleniyor. Geri kalan tüm olumsuzlukları kendinden önceki dünyada bırakıyor ve ona “karanlıklarda kalınan dönem” (cahiliye) diyor. Yeni dönemle birlikte gelene ise “gerçeğin ta kendisi” (hak) diyor. Bundan kopana sahte, içi boş, kof, realiteyle çelişik birtakım kuruntular (batıl) diyor. Gerçeğin ta kendisi (hak) gelince, sahteliğin ve içi boşluğun (batıl) yok olmaya mahkûm olacağını haber veriyor.
Bunun için Allah kendi dinine, kimsenin kendi tekeline alamadığı ve alamayacağı, gerçeğin ta kendisi olan din (dinu’l hak); diğerlerine de gerçeklikten kopmuş, birtakım sınıfların, kavimlerin, kişilerin, bölgelerin tekeline girmiş, kuruntularının ifadesi haline gelmiş diğer bütün dinler (dini kulli) dediğini görüyoruz (Tevbe 33).
Peki bu realiteye rağmen yani Allah’ın Kur’an-ı Mübin’deki din tanımına rağmen bugün biz “din” kavramından ne anlıyoruz ona bakalım.
Bugün din denilince hepimizin aklına “hoca, şeyh, sarık, cübbe, kandil, türbe, mucize, kehanet, keramet, buhur, tütsü, sır” gibi kavramlar geliyor.
İbadet denilince de “namaz, oruç, abdest, hacc” gibi kavramlar düşüyor zihnimize. Ama din denilince hiçbirimizin aklına hak, hukuk, adalet, işgaller, zulümler, tecavüzler, yoksulluk, yolsuzluk, sokak çocukları, özürlüler, açlar, susuzlar, giderek artan boşanmalar, dağılan aileler, işsizler, zam, zulüm, işkence, plansız şehirleşme, trafik, gecekondu, sanat, edebiyat, şiir, felsefe, müzik, sinema, tarih, tabiat, uygarlık gelmiyor.
Peki neden?
Bunu anlamak için Kur’an-ı Kerim’in, 7. yüzyılda putların, kralların, imparatorların, din adamlarının önünde yerlerde sürünen insanoğlunu alıp nasıl yücelttiğine, özgürleştirdiğine dikkat edilmelidir.
Çünkü Kur’an-ı Kerim, İlahlık taslayan otoritelere (tâğut) tapanlardan (Maide 60),ruhunu kötülük sarmış şer odaklarına (şeytân) tapanlardan (Yasin 71),put heykellerine (esnâm) tapanlardan (Şuara 71),insanların birbirine tapmasından (Ali-İmran 64),ataların taptığına tapıp durmaktan (Hud 62),peygambere ve din adamlarına tapanlardan (Tevbe 31) özellikle bahseder. Bunların dışındakileri de Allah’tan başkası (min dunillah) diyerek mahkûm eder.
Yani Kur’an-ı Kerim’in ibadetten kastettiği; hayatı, yukarıda sayılan bir takım kişi, otorite, odak ve mercilere tapınarak değil; Allah bilinci (şuuru) ile yaşamaktır.
Bundan dolayı da ibadet tarihin, hayatın ve tabiatın içinde canlı bir faaliyet olarak tarif etmek icab eder. Bu yönüyle baktığımızda da İslam’da namaz, oruç, hac tabiri caizse “ibadet doğuran ibadetler” dir. Daha doğrusu “ibadet doğuran nüsuklardır”.
Nedir nüsuk?
Nüsuk kelimesini Arap bakın nerelerde kullanıyor:
Toprağı ıslah için gübrelemek, yeni yağmur yağıp yeşillenmiş toprak (ardun nâsike) …
Demek ki nusuk, toprak için nasıl gübre ve yağmur oluyor da yeni ürün bitirtiyor, yeşillendiriyorsa, Müslüman için de böyledir. O da insanda yeni ameller doğurtur; başka iyi, güzel ve doğru davranışlara vesile olur. Bunun için olsa gerek nusukların şahı olan namaz bütün kötülüklerden alıkoyar. Yani toprak için gübre ve yağmur neyse, insan için da namaz odur…
Demek ki İslam’da nusuk bir tapınma değildir. Yani bizim anladığımız gibi yaparsın ve orada bitmez. Tabiri caizse gübre gibi başka bir şeyin doğmasına, yağmur gibi de başka bir şeyin canlanmasına, hayat bulmasına neden olur.
Bunun için statik değil dinamiktir. Statik olana tapınma, dinamik olana nusuk denir. Demek ki nusuk şekil ve ritüel ile sınırlı ve daha dar iken, ibadet hayatın tüm alanlarına yayılmaktadır. Yani nusuk, Müslüman insan yoluyla hayatı gübrelemekte, yağmur olup yağmakta ve hayatın içinde canlı bir faaliyet olarak ibadetleri ortaya doğurmaktadır.
Böyle olunca dünya görüşünüz ve hayat tarzınız dininiz, dininiz de dünya görüşünüz ve hayat tarzınız olur. Faaliyetiniz ibadetiniz, ibadetiniz de faaliyetiniz manasına gelir.
Daha açık bir izahla… İslam’da ibadet namaz, oruç, hac, kurban değildir, bunlar nusuktur. Nusuk bugünkü tabirle ayin anlamına gelir.
Nusuk ile ibadet arasında ise üç fark var:
Nusuk önceden belirlenmiş hareketlerden oluşur, ibadette önceden belirlenmiş hareketler yoktur. Nusukun yeri ve zamanı vardır ibadetin yoktur. Nusuku yapan herkes öyle yapmak durumundadır ama ibadet kişiye göre farklılık gösterebilir.
Mesela? Rükû, secde nusuk (ritüeldir) ama hayatta kimsenin önünde eğilmeme, mütevazi olma ibadettir. Tavaf nusuk (ritüel) dur ama halka karışma, eşitlenme ibadettir. Kurban kesmek nusuktur ama yakınlaşmak, kaynaşmak ibadettir. Domuz eti yememek nusuktur ama domuzlaşmamak, yiyicilik yapmamak ibadettir.
Kısacası… Hayat bir tarla; namaz, oruç, hac, kurban gibi ritüeller birer tohum; sevgi, şefkat, rahmet, adalet, merhamet, empati gibi değerler ise birer üründür. Elindeki tohum ürün vermiyorsa din anlayışında sıkıntı vardır.
Bu nedenle diyebiliriz ki, gerçek din hava gibidir. Hiçbir yerde görünmez ama herkesi yaşatan odur. Gerçek ibadet ise su gibidir. Her yerden akar, her şekle girer. Hep başkasına hayat verir.
Öyleyse şimdi akletme zamanı;
“Bizim ibadetlerimiz kime hayat veriyor?”