Gün geçmiyor ki artık her kesime her gruba her oluşuma bulaşmış “ahlâki zaaflar” elimizdeki ekranlar marifetiyle benliğimize çarpmasın. “Neden, niçin, nasıl” sorusuna aranacak cevaplar buraya sığmayacak kadar uzun ya da ben yüreğimi tam olarak sağamadığım için kısa yazmasını bilmeyen biriyim.
“Sen yıllarca aynı yastığa baş koyduğun eşinin paramparça olmuş cesedini gördün mü enkaz yığını arasında? Bahçene sırayla dizilen cenazelerin yaz sıcağındaki kokusunu almadan enkaz çalışmalarına katılanlara su dağıttın mı? Hastane morgunda duanın ipine sarıldın mı Allahım ne olur bana bağışla onları diye yalvar yakar. Var git evladım bişeyim yok artık çünkü veren aldı hepsini.”
“Ey gerçeği arayan insanoğlu! Hayatı, insanı, yaşamı, ölümü, geçmişi, geleceği, iyiyi, kötüyü, doğruyu, yanlışı, güzeli, çirkini, ev- reni, doğayı oku!Bütün bunların mana ve değerini insanlara göster. Allah’tan aldığın vahyi şehre taşı ve yeni bir hareket başlat. Çağının karanlıklarını buradan aldığın güçle aydınlat! Her zulme ve hak- sızlığa bununla meydan oku! İnsan hayatının tüm yönlerine yeni bir bakış açısı getir. Vicdana ve merhamete hitap ederek insanlığın sağduyusunu harekete geçir.
Kendi evladını diri diri toprağa gömen bir toplumdan, yerdeki haşerat ezilmesin diye ayağına çıngırak bağlayan bir toplumu sadece 23 yıl gibi kısa bir sürede inşa ederek dünyada gelmiş geçmiş en büyük kişisel gelişim uzmanlığının örneği O(sav) iken, bugün kişisel gelişim drajelerinin yok satmasını bu sevginin neresine koyacaksınız?
Şehvet ve cinsellik, öfke ve saldırganlık, tüketim ve israf, şöhret ve narsisizm… Yaşadığınız çağı tarif edin deseler, sanırım bunlar öncelikli olarak gelir aklıma. Zira göğsünden süt emdiğimiz çağ, bu çürük ve temelsiz sütunlar üzerine kurulu artık.
Sahiplik arzumuz sorumluluk ihmâline dönüştü. Her şey bizim olsun derken biz kendimizden bir başkası olup çıktık. Sorumluluktan anlamadığımız sahiplikten anladığımızı değiştirdi. Kendimize dahi sorumsuz oluşumuz, bizim bize ait olmadığımızı, aldığımız her nefesin dahi emanet olduğunu unutturdu bize. İçimiz ve dışımız arasındaki muazzam irtibat ve ahenk böylece kayboldu.
Toplum olarak, yazılı bir gelenekten ziyade sözlü bir geleneğe sahip olduğumuz için; konuşmayı, tartışmayı ve sohbeti; düşünmeye, okumaya ve yazmaya tercih ediyoruz. Deli olma korkusuyla düşünme melekemizi, başımıza iş açma korkusuyla ise merak duygumuzu körelten bir toplumsal kültüre sahibiz.
Bizler, geçmişimizin bize yüklediği psikolojik ve düşünsel duygu durumlarını kabullenip devam ettiren fikir ve duygu kiracıları değil; geçmişten gelen bu köklere bağlı kalarak yaşayan, yüreğiyle akleden, yürüyen ve farkındalık sahibi olan bireyler olmak zorundayız.
Kâbe, atamız Hz. İbrahim Halil'in (a.s.) yaptığı bir binâ ise; gönül Celîl olan Allah'ın nazargâhı. Neye nazargah ve kime mekan olduğunun şuuruyla okumaya başlamamız gereken ilk yer burası olsa gerek.
Köstebeğin biriktirme hızı yeme hızından fazla olduğu için (ç)aldığı onca yiyeceği sadece biriktirir ve onca mal varlığını yeme imkânı olmadığı için de toprak altında çürümeye terk eder. İlk bulduğunu yese doyabileceği halde sahip olduğu hırs, onu sürekli ama sürekli biriktirmeye teşvik eder; çünkü “ya yarın bulamazsam” endişesi içinde; her ‘bugün’ü, gelmemiş ‘yarın’ların kaygısıyla harcar.
Talip olduğumuz nimetlerin yüceliğince özellikle sağdan yanaşan şeytanın açık hedefi haline gelen bizler; haykırmaya çalıştığımız hakikatlerin bizde eksik olduğunu, mutlak hakikatler karşısındaki manevi yetimliğimizi fark etmeksizin aldığımız her nefesin, dillendirdiğimiz her kelimenin, yediğimiz her hakkın, ağlattığımız her gözün, acıttığımız her kalbin hesabını vereceğimiz o günden gafil olduğumuzdan beri; hayat denen girdabın bilinmezliklerinde ruhsuz insanlara dönüştük.
Yaşam denen süreci diğer tüm canlıların yaptığı gibi sadece “yeme, içme, uyku, üreme ve ölüm” sürecinden ibaret görüp dünyadan ‘öylesine’ geçenler; bence hem kendilerini yaratana, hem kendilerinin varlığına hem de insan denen en büyük kutsalın “eşref” sıfatına ihanet ediyorlar.
Bütün ilahi kitaplar, peygamberler ve âlimler inanmanın bir görev bir mesuliyet üstlenmek olduğunu ısrarla belirtmiş ve bu görev de “İyilikleri korumak ve yaygınlaştırmak, kötülüklere de engel olmak “olarak tanımlanmıştır!
Dün yüce Allah’a şükürler olsun ki; Vedd, Sanem, Hubel, Menat, Uzza, Lat ve daha nice putları yıktık. Acaba bugün; kadın, mal-mülk, ırk, şöhret, benlik ve özellikle de para putlarının kaçını yıkabildik? Namazlarda yukarıdaki 6 tane put aklımıza bile gelmiyorken, aklımızdan hiç çıkmayan alttaki 6 tane putu nasıl kıracağız?
Bırak kardeşim Allah’ın varlığını ispatlamayı! O zaten var! Öyle bir yaşa ki, insanlar senin varlığında Allah’ı görsünler. Seninle karşılaştıklarında imanın kokusunu alsınlar.
Bu mümbit coğrafyanın mahremine uzanan bir el söz konusu olduğunda ortaya çıkan bu sevgimiz; yarınımızı teslim edeceğimiz çocuğumuzu büyütürken, bize tevdi edilen hangi vazife olursa olsun yaparken nerede saklıydı ki, biz 15 Temmuz gibi makus bir olayın mimarlarının durumu bu hale getirmelerine müsaade ettik?
Lütfedilen yaşama sımsıkı sarılmak; her anına en berrak dikkatlerimizle eğilmek, her ayrıntısının farkına varmak, her kıvrımını tanımak, sevmek yerine; hayatımızın kıyısından akıp geçen, bizde kalmayan, benliğimizde konaklamayan, bizim hiç olmayan bu illüzyonun, bu durduraksız, çılgın akıntının seyirciliğiyle harcıyoruz bütün zamanımızı.