Kerbübela Romanı 4.cilt

 90,00

KERB-Ü BELA 4.CİLT

(Bu eser henüz yazılmaktadır)

Stokta yok

Karşılaştır

Açıklama

KERB-Ü BELA 4.CİLT

(Bu eser henüz yazılmaktadır)

İLK 4 BÖLÜM

KERVAN İKİ YÜZ KİŞİ OLUYOR

Güneş çekilmenin ve sahneyi ay ile yıldızlara bırakmanın telaşında iken Hüseyin, vaktin yavaş yavaş karanlığa yaslandığı bu eşref saatinde, iyice hassaslaşan duygularını kontrol edemez  halde, sakalına doğru süzülen yaşları elinin tersiyle silerek dizlerinin üzerine çöktü.

Nedense güneşin batışı hiçbir zaman üzerinde bu denli bir tesir bırakmamıştı. Zihninde geriye doğru saran hatıralar yumağını tutmakta zorlanıyor, olup bitenleri anlamak ve uğradıkları bu çetin ihanetin şifrelerini çözmek için zihnini patlatırcasına zorluyordu.

Aldığı teyemmümle namazını eda ederek, alnını kapandığı secdeden hiç kalkmayacakmış gibi Kerbelâ’nın adeta ateş püsküren toprağına yapıştırdı. Zira yüreği yağmur bulutu gibi iyice dolmuş, sağanak halinde boşalmaya hazırdı.

Yüreğinin kimsesizliğine sığındığı, yalnızlığın ve yetimliğin bütün renklerini barındırdığı o anda biliyordu ki, umut kapısının anahtarı sadece o secdede gizli idi. Vahyin göğsünden süt emmiş ve onun ışığında demlenmiş yorgun yüreği, ona Allah’ın azameti’nin “Celâl” sıfatıyla, rahmetinin ise “Cemâl” sıfatıyla tecelli edeceğini fısıldıyordu. Zira O’nun “Celâl” sıfatı ile Mekke’de hakikat “hayat” bulmuş, “Cemâl” sıfatı ile de Medine “hayat” olmuştu.

Bunun idrakiyle onun da içindeki yangınlara inat yegâne gayesi, şu kupkuru çölü kendisi ve refiklerini gerekirse tasadduk ederek “kemâl” makamına taşımak; türlü meşakkat ve çilelerle kazanılmış ama zaman içinde dünyevi heva ve isteklerle ihmal edilmiş “adalet” denen o kutlu yitiği bulup yeniden diriltmekti.

Dili ve gönlü duanın tahtına kurulmuş, epey vakittir sükuta gömülmüş olan dilinden bir bulutun yarıklarından dağların doruklarına yağan sağanaklar gibi harfler dökülüyor, karanlığın içindeki aydınlığı arıyor, gönlünden taşıp semayı titreten sessiz çığlıklarla “Ya Rab!” diyordu;

“Ya Rab! Ey helal rızkın hesabını, haram rızkın azabını vaad eden! Şükür sahibine de sana nankörlük edene de ayrım yapmaksızın rızkını cömertçe veren! Her üzüntüde, sıkıntıda en sağlam güvencim, her darlıkta ümidim sensin! Hakkımdaki her işte, benim en sağlam güvenç ve dayancım sensin! Senin indirdiğin musibetlerden, kalbe zaaf verecek, tedbirler azalıp yetişmeyecek, dostlar-arkadaşlar bırakıp ayrılacak, düşmanlar sevinecek ne kadar musibet ve kederler varsa, ben onların hepsinden şikayetimi yalnız sana arz eder, senden başkasından yüz çevirir, Sen’i ister ve Sana yönelirim! Bütün darlıkta, tasaları kaldıracak, açacak Sen’sin! Her nimetin verici ve yöneticisi, her iyiliğin sahibi, her dilek ve isteğin en son varıp dayanacağı Sen’sin!

Biz ki nice sınavlardan geçmiş, çetin fırtınalara tutulup dallarımızı kaybetmiş,yapraklarını dökmüş ama senin de rahmet ve inayetinle köklerimizi toprağa ceddimizin mirasıyla sıkı sıkıya tutturduğumuz için dimdik ayakta kalmayı başarabilmiş aciz insanlarız. Biz, gecenin üstüne üstüne yürümeyi, yüreğimizi umutla sarmalamayı ve inançla mayalamayı alemlere rahmet olarak gönderdiğin ceddimizden öğrendik. Aydınlığın karanlığa selam verdiği şu vakitte olanca günahlarımın yetimliği içinde sana yakarıyorum. Üstümüze çöreklenen bu sisi dağıt ve bizi yeniden umudun berrak göklerine kanatlandır. Şüphesiz ki sen her şeye kadirsin ve duaları en ziyade kabul edensin”

Epeyce uzattığı secdesiyle, vakit artık gecenin örtüsüne bürünürken yüzünü ateş gibi yakan gözyaşları sakalından süzülüp Kerbela toprağına akıyordu ama yüreğinde biriken bulutlar, hüznünü henüz yeterince boşaltamamış gibiydi. Zira gözyaşlarıyla başlayan fırtına, kısa sürede bütün bedenini kaplayan bir kasırgaya dönüşerek onu hıçkırıklara boğmuştu.

Epey sonra ettiği bu içli duanın sağanağında hüznünü yıkadıktan sonra yüreğine umut suyu taşıyan arklar, birbiri ardınca uyanmış; içindeki gizli nehirler aşka gelerek heyecanla çağıldamaya başlamış, kaygı ve umutsuzluk bentlerini bir bir yıkmaya başlamıştı.

Başını secdeden kaldırdığında kafası epeyce rahatlamış, kaygıları dağılmıştı ama ne kadar saklasa da refikleri için, en çok da çocuklar ve kadınlar için taşıdığı endişenin rengi üzerine yapışmış gibiydi. Düşündükçe içi daralıyordu. Zira görünen oydu ki devasa bir nehir yatağından taşmak üzereydi ama bu taşkının kimi himaye edip kimi sele vereceğini kimse bilmiyordu.

Etrafa saçılan hatıralarının son kırıntılarını da toplayıp ayağa kalkarken gönlünden geçenlere dilini tercüman kıldı;

“Hayır, hayır! Asra yemin edenin rızası uğruna; dedemin emanet ettiği kutsalları neyimize mal olursa olsun kendi çağımıza, mekânımıza ve zamanımıza taşımak, yaşamak ve yaşatmakla mükellefiz. O’nun tutuşturduğu iyilik, güzellik, doğruluk, hak ve adalet ateşinin sönmemesi için mücadele etmeliyiz ki, bu feryat asırlar aşarak kıyamete ulaşsın. Madem ki bu dünyaya sahip olmak için değil şahit olmak için geldik, öyleyse varlığımızı imanımıza, sözlerimizi aklımıza, işlerimizi irademize şahit kılmalıyız ki, bize emanet edilen ne varsa ötelerde aleyhimizde şahitlik yapmasın!“

Öyle ya şuur denen şey, bu şahitliğin farkında olma; öncelikleri belirleme ve neyi niçin talep ettiğini yakinen bilme hali değil miydi?

Uğradıkları çetin ihanet ve hemen suyun yanı başında olmalarına rağmen süt bebelerinden bile bunu esirgeyecek kadar nefsine köle olmuşlara inat farkındaydı Hüseyin; 

İnsanı, beşeriyet nazarında nefsinin kölesi olmaktan kurtarıp ulvi özelliklere, insan olmaya götüren şey ancak hicret ruhuydu ve ancak içine hicret eden, bunu başarabilen insan; onu insanlığından uzaklaştıran tüm özellikleri bularak kötü hasletleri terk edebilme yolculuğunda Rahman’ın en büyük nimetleri olan aklının ve vicdanının rehberliğinde ilerleyebiliyordu.

Çünkü insanın bedeni koşuşturmaya, dili ise konuşmaya biraz olsun ara verdiğinde, zihni hemen harekete geçiyor; etrafını görme, neler yaşandığını gözleme, hayatın sokak aralarına, hikayelerin derinliklerine, sözlerin enginliklerine nüfuz etme imkânını yakalıyor; bütün bunların tek tek ve beraberce ne anlama geldiği üzerine düşünmek mümkün olabiliyordu.

İçine hicret edebilen insan için bu yalnızlık anları o kadar bereketliydi ki; insan, o anlarda hatalarını görebiliyor, o anlarda açılan görüş menzili ile yanılgılarını keşfedebiliyor, o anlarda onu ısrarla kollamaya çalışan iç sesini duyabiliyor ve o anlarda ruhunun aslında ne kadar çıplak olduğunu fark edebiliyordu.

O anların bereketi ve rahmeti ile nefsin elini güçlendiren bahaneler  sönüp gidiyor, kulağa fısıldanan dosdoğru hakikatlerle sonu gelmeyen mazeret arayışları ciddiyetini kaybediyordu. Susmayı becerebildiği ve kendisiyle baş başa kaldığı o hicret anları yenilenmek ve tazelenmek için bir imkân, zihnin kapalı pencerelerini gün ışığına açmak için paha biçilemez kıymette birer fırsattı. Zira o anlar, bir neşter görevi görüp nefse çizikler açarak kine, öfkeye, hırsa, düşmanlığa, nefrete ait kötü kanı ve müzmin iltihabı akıtıyor ve orda doğan boşluğa kendi varlığını yerleştirerek önüne gelen her şeyi öğüten bu dünya değirmenine sahip olmaya değil şahit olmaya geldiğimizi tüm benliğimize haykırıyordu. Bu dinginlik hali ile düşünemediklerimizi, onca koşuşturmadan düşünmeye vakit bulamadıklarımızı, zihnimizi bütün yakalayıp kendimizle konuşamadıklarımızı düşünmeye, idrak etmeye, anlamak için çaba göstermeye yönelebiliyorduk.

Körleştiklerimizi bize yeniden görünür kılan, zihnimizi ve kalbimizi hakikatin ritmine geri çağıran ve hızımızı keserek alemin ahengiyle yeniden bütünleşmemize imkân veren bu lütuf, şüphe yok ki Allah’ın kulları üzerindeki rahmetinin tezahürü idi. Çünkü bu dünyaya gelirken “yalnız” olduğumuzu, bizi en çok seven insan(lar)ın dahi yerimize ölmeyeceğini, hesap anındaki mahcubiyeti dahi “bir başımıza” yaşayacağımızı yeniden idrak ediyordu insan bu hicret anlarında.

Öyle ya, gürül gürül akan bir ırmağın dahi berraklaşabilmek için; akıntıların önüne katıp getirdiği kumdan, çamurdan arınması için zaman zaman durması, durulması, dinginleşmesi gerekmiyor muydu?

Ama her geçen gün kaynayan fitne kazanıyla birlikte zihinler bu anları kaybettiği için Müslümanca işlemekten uzaklaşıyor, zemin İslami temellerinden kopuyor, bu kopuşla birlikte de nefis vicdanın talebesi olmak yerine imamlıkta ısrar ediyor ve insanı esfeliyet çukuruna sürüklüyordu.

Tam da bu yüzden insanlığın dün de bugün de umudu olmuş, yarın da umudu olabileceğini gösteren; tüm mazlumları, yoksulları, kimsesizleri kucaklayan bir din anlayışının diri kalması adına her şeyini feda etmeyi göze aldığı bu meçhul yola çıkmayı göze almamış, meçhuller vadisinden istikbale uzanacak belirgin bir izin peşine düşmemişler miydi?

Gece, sükunetin ipeksi kozasını örmeye devam ederken kederle dolu yüreğini sırtına yüklenerek çadırlara doğru yürümeye başlamıştı ki çadırların arka tarafında hareketlenme olduğunu farkederek oraya doğru adımlarını sıklaştırdı.

Epey zamandır sağ salim gelmeleri için dua ettiği Hubab ve Vahhab, gecenin karanlığını sessizce yarıp nihayet gelmişlerdi. Atlarının toynaklarına bezler bağladıkları için kendi hallerine dalan askerler, geldiklerini bile farketmemişti.

Gittikleri Ben-i Esed kabilesinin hemen hemen tüm köylerini ev ev dolaşmışlar, oralarda etkili konuşmalar yaparak Resül torunlarının uğradıkları zulmü uzun uzadıya anlatmışlar, havanın kararmasını bekleyerek hakikate talip olan doksan civarında insanla gruplar halinde dönmüşlerdi.

Bu haber, Resül emanetlerinin sabır ve hasretten çatlamak üzere olan yüreklerini bir bahar meltemi gibi serinletmiş, dualar ve gözyaşları birbirine karışmıştı.

Yeni refiklerin de katılmasıyla sayıları iki yüzü aşkın hale gelen; gönülleri huzura, akılları ise umut dağlarına yaslanan kervanda gecenin adeta hükmü silinmiş ve yürekleri günün aydınlığına sevk etmişti. Bu yüzden de gecenin ilerleyen saatlerine rağmen uyku yoktu ve çocuklar hariç tüm gözler gecenin karanlığını bastıracak kadar parlaktı.

Hubab ve Vahhab, dağ gibi bir yükün altından kalkmış olmanın huzuruyla olan biteni Hüseyin’e anlatırken,  canları pahasına kalıcı bir yaraya neşter vurmaya gelen doksanı aşkın kişi ise tek tek kendilerini tanıtarak dünyalık korkuların uzağında ölünceye kadar çarpışacaklarına sözler veriyordu.

Bu sadakat tablosu karşısında Hüseyin’in yüreğinin kuytularında sessizce şükür cümleleri oynaşıyor, sevinci ise çok renkli bir nakış gibi çehresinin tüm hatlarına yansıyordu.

Keskin gözlerle bir süre karanlığı yokladı sonra meraklı bakışlar arasında ayağa kalktı;

“Ey Allah’ım! Bizi; peygamberlikle, bize; Kur’an-ı Kerim’i öğretmekle, bizi dinî ilimlerde fakih, derin bilgili ve anlayışlı kılmakla, bize; hakkı işitecek kulaklar, hakkı görecek gözler, hakkı duyacak kalpler vermekle, bizi müşriklerden yapmamakla şereflendirdiğinden dolayı, sana tüm zerrelerimle hamd ederim!  Ben bu devirde benim ashabımdan daha ileri, daha hayırlı bir ashab; benim Ehl-i Beyt’imden de daha iyi, daha saygılı bir Ehl-i Beyt bilmiyorum! Allah, hepinizi hayırla mükafatlandırsın, rahmet ve merhameti ile kucaklasın.”

Memnuniyetini dile getiren bu girişten sonra devam etti sözlerine;

“Meydana gelen gelişmeleri hakkıyla anlayabilmek, ancak evveliyatlarını çok iyi bilmekle mümkündür. Görüyorum ki, babam ve ağabeyim zamanında olduğu gibi bugün de Kûfelilere hakim olan şey korku ve endişedir.”

Sözün burasında sesi titriyordu. Umutlarının yıkılmışlığı yorgun gözlerinden taşıyor ve bu yıkılmışlık harf harf hemen her cümlesi ve her hareketinden aşikar oluyordu;

“Zira iman ettiklerini söyledikleri peygamber torunlarının can güvenliklerine rağmen onca köyden çıkan sadece doksan kişi dahi, bu korku ve endişeyi haber vermektedir. Ona iman ettiğini söyleyen ama O’nun gibi olmayı aklının ucundan dahi geçirmeyen insanlar neden bu iddialarını yaşatmaya çalışmıyorlar, anlamak mümkün değildir. Şu karşımıza dikilen bedbahtlar dahi namazlarında O’na salat-u selam ediyor ve O’nu sevdiklerini söylüyorlar. Ama bu bu sevginin onları kurtarabileceğine iman etmiş durumdalar. Hayır hayır, sevgi tek başına yeterli bir kurtuluş sebebi olamaz. Çünkü insan sevdiğine benzemekle ve O’nun ahlakına bürünmekle de mükelleftir.

Bu mükellefiyet; korku ile umut arasında yaşamayı, müjde ve ikaz kanatlarıyla uçmayı haykırır. Bu mükellifiyeti kalben kalbul eden kişi koşulsuz sevgiyi, katıksız merhameti, amasız adaleti ve bunların fısıldadığı bilgiyi aynı anda giyinir; maziyi ve geleceği bir arada önemser. İlahi kelamın fısıldadığı tüm emir ve yasakları ahlak potasında eritip takva zırhı olarak kuşanır ve bu zırhla da dinini sadece yeryüzü veya gökyüzüne hasretmez. Çünkü bilir ki kendisinin kurtuluşu ancak başkalarının kurtuluşu ile mümkündür.

Oysa bakın şu halimize ki, Ziyâd ve Muâviye zamanından beri var olan Ubeydullah ve dahi kulu, kölesi olduğu Yezid ve avanesi benim bu saydıklarımdan ne kadar uzaktırlar. Bu uzaklıktan olsa gerektir ki, zalim Ubeydullah’ın Kufe’ye saldığı korku ve endişe büyümüş, görüyorum ki tüm coğrafyaya hakim olmuştur.

Şu gafiller ordusunu üç kuruşluk dünya menfaati ve gelip geçici bir makam için komuta etmek gibi bir bedbahtlığa soyunan çocukluk arkadaşım ve akrabam Ömer bin Sa’d ise ceddinin mirasından utanmaz bir halde öteden beri nefsinin kölesi olmuşturve bugün görüyorum ki olmaya da devam edecektir.”

Öfkesinin şiddeti ses tonundan çok rahat okunabiliyordu;

“Bizi buraya kadar çağıran Kûfe’nin ileri gelenleri ve liderleri dahi İbn Ziyâd’ın korkusuna kapılmışlardır veya tahminim her birine mal sevgisi aşılanarak teşvikte bulunulmuştur. Aksi halde Resül evlatları olarak şu kupkuru çölde bir başımıza kalmış olmamız mümkün değildir. İşte bu yüzden de diyorum ki dünya değişmiş, tanınmaz olmuş, her tarafı ihanet dolmuştur. İyilikleri geride kalmış, beyazları kirlenmiş,masumiyetine halel getirilmiş ve ayağa düşmüş olarak devam etmiştir. Dünyadan sadece kap içinde kalan su kalıntısı gibi bir kalıntı ve havasız bir mera gibi alçak bir yaşam kalmıştır.”

Bu kez gözleri ile; başlarını önlerine eğmiş, anlattıklarının mahcubiyeti altında iki büklüm olmuş refiklerini tarıyordu;

“İman ettiğiniz Allah aşkına kendisi ile amel olunmayan hakkı; vazgeçilemeyen batılı görmüyor musunuz? Dedemin getirdiği risalete iman ettiğini söyleyen şu güruha bakın ki bugün karşımıza dikilen herkes kalbini tıka basa malla mükle doldurmanın telaşında kıvranıyor. Çünkü mal hırsı gönlü ağzına kadar doldurduğu vakit orada ilmin, irfanın, hakkın, hukukun, adaletin nefes alması imkansız hale geliyor. Böyle insanlar da hakimin bizzat şahit olduğu şu üç günlük dünya uğruna her yolu mübah sayıyor. Onların bu uğurda yapmayacakları kötülük de gördüğünüz gibi kalmıyor.

Oysa ki insan ışığa yaklaştıkça karanlığın gölgesini daha iyi tanıyor.

Yirmi üç yıllık çabası, gayreti, hiç kimseden esirgemediği rahmet ve merhameti ile Arabistan Yarımada’sını huzura mayalayan dedem vefat edeli kaç yıl oldu daha? Vay halimize ki toplumun düzeni bozulmaya başlayınca insan da bozuldu. Herkes gününü gün edip zevk ve eğlence peşinde koşar oldu. Vaad edilenin değil, peşin olanın izinde mal, mülk, makam ve mevki sevdası her türlü iyilik ve güzelliğin önüne geçti. Elbette ilim de, hak da, hukuk da, adalet de bundan nasibini aldı.

Oysa ki gerçek mümin odur ki, Rabbi ile “haklı” bir şekilde, temiz bir halde kavuşma konusunda istekli olsun ve son nefesine kadar “rıza makamı” için mücadele etsin.

Alemlere rahmet olan dedemin ashabıyla yürüttüğü yirmi üç yıllık çilenin kattığı ilim ve irfan mayası bu topraklarda tutmuşken, insanların yüreğinde İslam’ın iyiliği, güzelliği, koşulsuz sevgiyi, katıksız merhameti ve amasız adaleti fısıldayan huzuruyla filizlenen dallar meyveye durmuşken bugün Resül evlatlarına reva görülen bu zulmü hangi iman sahibi kabul edebilir?

İnsan; din uğruna, rıza uğruna savaş meydanlarında nice kılıç darbelerine katlanır, beden acılarını kazandığı zaferlere, ulaştığı rızaya yastık yapar ama böylesi bir ihanet katlanılacak ve tahammül edilecek bir yara değildir. Bu hususta hüküm ancak ve ancak Rabbimizindir.”

Sözleri duygusallığın zirvelerinde kelebekler gibi kanat çırpıyordu;

“Ben kendi adıma bu zulme razı olmaktansa ölümü bir mutluluk; zalimlerle birlikte hayat sürmeyi ise bedbahtlık olarak görüyorum. Bu durum şu fani için ne büyük onurdur, tarif edemem! Zira ölüm, bu hayatın en yalın gerçeğidir. İnsanlar hayal aleminde yaşamaya alıştıkları ve dahi bu seraba gereğinden çok bağlandıkları için en yalın gerçeğin karşısında her zaman korkar ve irkilirler. Oysa kendimize yakıştıramadığımız için her daim hayatımızdan ertelemeye çalıştığımız ölüm, bilen için gerçeklerin perdesini aralayan ve hakikatlerin kapısını açan bir müjde gibidir.”

Daha yumuşak bir sesle önlerinde ısınmak için yaktıkları ateşi göstererek konuşmasına devam etti;

“Şu gördüğünüz ateş, şu an oturduğumuz ortamı fevkalade aydınlatıyor değil mi? Böylesi bir aydınlığa alışanlar için ışık, ancak bu ateşin aydınlattığı kadardır. Çünkü onlar, işlerini gördükleri için daha fazlasına ihtiyaç duymazlar. Ama güneşin doğuşuna ve tüm dünyayı aydınlatışına şahit olanlar için aydınlık çok daha büyük anlamlar ifade eder. Zira güneş ışığının aydınlığını görenler şu cılız aydınlığın ışığıyla asla yetinmezler!”

Kervandaki refiklerde yorgunluğun yerini tatlı bir huzur ve heyecanın kapladığı gözlerden kaçmıyordu ama Hüseyin durumun nezaketinin farkında idi. Böylesine nazik bir tabloda telafisi mümkün olmayan bir adım atmak istemiyor, karşısındaki nefislerini vicdanlarına imam kılan muhataplarını iyi tanıdığı için de oldukça temkinli davranıyordu.

Bu yüzden son sözleri cümle kelamın elini kolunu bağlar nitelikte idi;

“Sizin hakkınızdaki görüşüm ve kararım da şudur ki, ben bunu ilk günden beri söylüyorum. Hepiniz beni bırakıp gidiniz! Benden dolayı sizi bağlayan bir ahd, size bir vebal yoktur! Sizlerden Rabbim huzurunda davacı da olmayacağım! Çünkü bu gafillerin derdi sizinle değil, benimledir. Zira anlıyor ve görüyorum ki ben biat etmeyene kadar veya onlar benim kanımı şu kuru çöle akıtana kadar bu mücadele devam edecektir. Ben hepinizin üzerindeki biatımı kaldırdım. Bu yüzden şu gece karanlığından faydalanarak savuşup gidiniz!”

Hüseyin’in bu sözleriyle nefesler tutulmuş, etrafı buz gibi bir hava kaplamıştı.

Tam o sırada Hürr’ün konuşmasıyla saf değiştiren otuz civarında asker de karanlığın içinden sıyrılarak yanlarına gelip biatlarını bildirmiş ve onların gelişiyle konuşması bölünen Hüseyin’in suskunluğunu fırsat bilen Hürr, saygıyla selam vererek az önce kulak misafiri olduğu “gidin” hitabına karşılık söz almıştı.

Tedirgin ve bir o kadar da telaşlıydı;

“Ey Resülün torunu! Ben ki bugün burda mahsur kalmış olmanızın en büyük sorumlusuyum. Bu yüzden vicdanım beni çepeçevre kuşatmış ve adeta nefes alamaz hale getirmiş durumda. Seninle tanışmadan, sohbetlerini dinlemeden  iman ettiğini sanan ben, berrak gönlünden diline akıp duran hikmet pınarları ile yıkandım günlerdir. Sözlerinle, kibir ve enaniyetin yüreğimde filizlenmeye müsait olan dallarını kırıp, köklerini törpüledim. Günlerdir ruhuma özgürlük bahşeden sözlerinin huzuru fısıldayan ikliminde tefekkür ediyor, kendimle buluşuyorum. Ben ilerlemiş yaşıma rağmen seninle hakikatin izini yeniden sürmeye başladım.

Ama bu cühela halimle biliyorum ki Rabbimiz vahyin aydınlığına ve onca bilgi kaynağına rağmen rahmet timsali dedene “bir iş yapacağın zaman onlara danış” diye buyurmuştur. O yüzden dedenin kutlu mirasına sahip çıkmak adına kendini ve diğer Resul evlatlarını bu kuru çöle sürükleyen senin de “bu benim kararımdır, size danışmaya ihtiyacım yoktur” deme hakkın yoktur.

Çünkü biz iyilik ve adaletin cümle eşyanın özü ve insana en ziyade yakışan davranışlar olduğunu senden öğrendik. Madem ki bizim inancımıza göre dünyanın mayası iyilikle, adaletle yoğrulmuştur ve bu saf mayayı ekşitmeden muhafaza etmeyi başarmak en temel görevimizdir, hiç kimse bir yere gitmiyor ve gitmeyecek. ”

Hüseyin’in “gidin” hitabıyla buz kesip karanlığa teslim olan yürekler, Hürr’ün bu haykırışının yaktığı kandil ile yeniden ısınmakla kalmamış, aynı zamanda gecenin karanlığı yeniden aydınlanmıştı. Zira hak, hukuk ve adalet yayından fırlayan bu ok hedefe kilitlenmiş, Kerbela toprağını çepeçevre kuşatan umutsuzlukların sisli ve kalın perdesini yırtmak üzere yol alıyordu.

Büyük bir heyecan halesinin doğmasına sebebiyet veren Hürr’ün bu itirazı üzerine, Hubab da tüm refiklerin tercümanlığını yaparcasına ayağa kalktı. Gözleri, geceyi silip aydınlatan bir fener gibi parlıyordu;

“Ey Resül’ün oğlu! Bizler bilir ve iman ederiz ki bu kıyam zulme ve haksızlığa karşıdır. Bu gidiş ise şehadet kokmaktadır. Hepimiz bunları kabul ederek, ötelerde vaad edilen firdevslere talip olarak safına katıldık. Kılıçlarla lime lime doğranacağımızı sonra diriltilip yakılacağımızı, bir daha diriltilip derimizin yüzüleceğini ve bunun yüzlerce kez tekrarlanacağını bilsek de biatımız son nefesimize kadardır. Senin savaşın bizim savaşımız, barışın da bizim barışımızdır. Ne yaparsan yap seni terk edip gitmeyeceğiz. Dedenin huzurunda lal olan mahcuplardan, hainlerden olmayacağız! Ceddin aşkına bizleri yanından uzaklaştırma.”

Hubab’ın bu cesurca çıkışıyla diller sükutun efsunlu ikliminde mühürlenmiş olsa da niyazlar tek yürek semaya kanat çırpıyordu.

Hüseyin, bu sözler üzerine yaşaran gözlerle yeniden ayağa kalktı. Duydukları onu kapıldığı hüzün tufanından kurtarmış, yüreğindeki ormanı adeta tutuşturmuş; yüreğindeki muğlaklık ve günlerdir soluduğu kaygı yerini billur bir ahenge bırakmıştı. Zira refikleri onun yiğitlik ve cesaretinden yepyeni işaretler bularak büyük bir idealin izini sürmekte kararlı idiler.

Kollarını semaya doğru açarak seslendi;

“Nasihatimi kabul eden; Allah, Rasûlü ve Ehl-i beyti hakkındaki tavsiyelerimi muhafaza edene Allah rahmet etsin! Muhakkak ki Allah Rasûlü’nde bizim için güzel bir örnek vardır. Şahid ol Ya Rahman! Şahit ol ki ben bu kullarından razıyım. Sen de onlardan razı ol. Bana nasip ettiğin bu ashab için sana tüm zerrelerimle hamd olsun.”

Niyazı bitip ellerini aşağı indirdiğinde “gitmeyiz” diyen tüm refiklerini yeniden tek tek süzmeye başladı. Aklının mahzun duvarlarına babasının ve ağabeyi Hasan’ın yaptığı ölümsüz öğütler çarpıyor, vasiyet cümleleri bir film şeridi gibi göz perdesinin önünden geçiyordu. Büyük ideallere büyük çilelerle varılacağını onlardan kanaya kanaya öğrenen Hüseyin’in son cümlesi ise kopacak fırtınanın habercisi gibiydi. Zira bu kervan ve ahde sadık bu refikler asırlar boyu dalgalanacak “zulme kıyam” bayrağının kumaşını ilmek ilmek dokuyacaktı;

“Hesap gününün yegane sahibi olan Rabbim, sizi o zor günde dedemin sancağı altında toplayarak ona komşu eylesin. Tüm zerrelerimle iman ediyorum ki siz, bu din-i mübinin göklerinde hiç sönmeyecek yıldızlar olacaksınız. Asırlar geçse de ışığınız sönmek yerine daha çok parlayacak. ”

Dünyalık korkulardan cesedini ve ruhunu azad etmiş, ötelerdeki rıza makamına talip olmuş, canlarını bu rızaya şahit kılma aşkıyla tutuşan refikler haklıydı. Zira, müslüman dediğin hayatı kolaylaştırmak için zor zamanların adamıydı ve zora talipti. Bu yüzdendi ki hakikat medeniyeti bütün karagünlerin üstesinden gelebilecek zorlu yolculuklara çıkmaya hüküm giyebilen karagün dostu, zor zamanların insanı, yürek insanlarının ülkesi idi. İlkelerinin izini süren, ilkelerini ülkülere dönüştürme cehdi gösteren; kal ve haliyle hakikati yaşayan ve yaşatan; fikir, oluş ve varoluş sancısı çeken hakikat erleri kimbilir belki de bu yüzden canlarını, mallarını, kanlarını inançlarına şahit kılmanın aşkıyla yanıp tutuşuyorlardı.

Zira imanlarının esasınca Mekke “ruh”, Medine bu ruhun “beden” i, medeniyet ise bu ruhla bedenin inşa ettiği “insan” dı. Yani Medine medeniyetin tohumu, medeniyet ise Mekke’den süt emen, ruh devşiren ve herkese medeniyet ruhu üfleyen, insan doğup insan kalmanın yol haritasını çizen Medine’nin çocuğu idi.

Alemlere rahmet olan kendisini bu yüzden “İlmin Medine’si” olarak tarif etmiş, oralardan süt emen ve ruh devşiren hakikat medeniyetinin tohumlarını ekmişti. Öyleyse Mekke toprak, Medine tohum, medeniyet ise meyveye duran hakikat ağacı idi.

Bu hakikat ağacının meyveleri olan Hüseyin ve refikleri için yetiştikleri toprağı, tohumu ekeni ve en önemlisi de tohumun “asıl” sahibini unutmak ve O’ndan bir an olsun gafil yaşamak mümkün değildi. Çünkü geldikleri yeri unutanların, gönderiliş gayelerini es geçenlerin hâllerini kendi ellerine alabilmeleri de, istiklâllerine kavuşabilmeleri de, istikbâle yürüyebilmeleri de mümkün değildi.

Hüseyin’in gecenin sonunu getiren son sözleri ise, refiklerini gece boyunca boğuşacakları bir tefekkür deryasına salıyordu;

“Ömrümün hiçbir döneminde “kıblesi olanlardan” korkmadım zira kıblesi olanların durduğu mutlaka bir yer olduğunu, sabite ve değerleri olduğunu ve o değerler arasında kurulabilecek bir köprü olduğunu hep gördüm. Ama kıblesiz, pusulasız, yönsüz ve yersiz insanlardan hep ödüm patladı.Zira bunlar Kur’ani tabirle “zenim (soysuz, fırıldak)” tiplerdi. Bu yüzden de İdris libaslı bu iblislerin nerede vuracağını kestiremiyor, kiminle kırıştırıp kiminle ne yarıştıracağını da bilemiyorsunuz.

Ahlaki değerleri ve amasız adaleti savunmak dururken, kendi kısır ve bencil çıkarlarını savunan; maneviyat dünyasının eşkiyalığına soyunan, hakikati kendi tekellerine alan, kendi fikri ve zikri dışındaki herkesi batıl yolcusu ilan eden ve maneviyatın mafyası kesilen bu tipler; kendilerine “haklılık” devşirmek için keşfettiği bakir bir alanı tüketip bitirinceye kadar “manevi rant” devşirme bayağılığına tenezzül ederler, zira en önemli silahları budur. Yüreğinin gözü kör, başkalarının felaketinden kendisine saadet devşirmeyi iyi bilen; pusuya yatmış, kendisine gün doğmasını bekleyen böylelerinin güzel sözlerle bezenmiş görkemli dilleri vardır. Çünkü en önemli silahları dilleridir. Her dinleyene, “dili böyleyse, kim bilir ilmi nasıldır?” dedirtir.

Ama tüm pisliklerini teker teker ortaya çıkaran ufacık bir menfaat çatışması veya bir müdahale ile dillerinin altındaki bakla çıkınca, arkada bir numara olmadığı görülür ve tatlı dillerine kanıp ilimleri hakkında hayal kuranlar, derin bir hayal kırıklığına uğrarlar. Zira tüm sermayenin dile yatırılmış olduğunu ve dilin ötesinin bomboş olduğunu bariz bir şekilde görürler.

Ey refiklerim! Madem ki suyun kaderinde akmak vardır ve bir derenin dahi hayalini denize varmak süsler; dere dahi sadakatini şartlar ne olursa olsun buna bağlar; aynı dereden su içen, yetinmeyip derenin taşıyla derenin kuşunu vuran; bununla da yetinmeyip su içtiği dereye abdest bozan böylelerinin akıbeti o suda boğulmak olacaktır.

Çünkü kul zulmeder, Allah ise adalet eder. Kulun zulmü “parçada” gerçekleşir, Allah’ın adaleti “bütünde” tecelli eder. Bu yüzden O, adaletini zamanın içine serpiştirmiştir.”

ŞAHİTSİN YA RABBİ!

Kerbelâ Çölü’nün semadaki şahidi olan ay, dolunaya doğru ilerliyor; Hüseyin ise tüm yorgunluk, bezginlik, kırgınlıklarını alt alta toplayarak aile efradını kendi çadırında toplamış onlarla sohbet ediyordu.

Tüm Resul evlatları Hüseyin’in kullandığı her kelime ile baştan başa iman ve aşk nuruyla yeniden aydınlanarak sanki geçmişten geleceğe, karanlıktan aydınlığa, nardan nura yürüyorlardı. 

Bu sohbetlerle sabrın, adanmışlığın ve teslimiyetin azameti olan Kerbela Çölü her biri için hak aramanın ve özgürlüğün destanı haline gelmiş; her birinin zihin ve gönül dünyasını yeniden inşa etmeyi başarabilmişti. Zira sohbet boyunca öne eğilen başlar, sıkılgan duruşlar ve utangaç bakışlar; refiklerin, duydukları sözler karşısında kendilerini tarttıklarını gösteriyordu. Uzun yıllar birikmiş bir hasreti dindirircesine devam eden bu sohbetin ruhu kuşatan büyüsünü soluyan refikler, bu istisna vaktin neredeyse hiçbir salisesini kaçırmadan ruhlarını doyurmuş, yapılan son istişarelerden sonra da herkes kendi çadırına çekilmişti.

Refikler, Hüseyin’in bu gece yaptığı sohbetin hissesi olarak bir kez daha anlamışlardı ki; sözü, sahibinin muradıyla dinlemek yerine kendi zaafları üzerinden anlamaya çalışanlar ilahi mesajı anlamaktan çok uzakta idiler.Bu uzaklıktan olsa gerek ki, toplumun içinde fitne çıkarıp yönetimi türlü hile ve entrikayla ele geçirenler, bununla yetinmeyip kendileri için potansiyel tehlike olarak gördükleri iyileri katletmiş, kötülere de toplumun asayiş ve adaletini “emanet” etmişlerdi.

Vakit, Kerbela Çölü’nün ninnileyip demlerken, gece sükunet elbiselerini giyinmiş, yıldızların aya olan aşk fısıltıları dışında etraf ölüm sessizliğine bürünmüştü.

Hüseyin ise gönlünün vatansızlığına yurt olan Rubab da uykuya daldığından zihin dağlarına kümelenen hüzün bulutlarının gölgesinde ruhundaki boşlukları doldurmak adına yeniden Rabbi ile başbaşa kalmıştı.

O demlerde geceler, onun en canlı tanığı ve onu Rabbine ulaştıran bir merdiven gibiydi. Bu yüzden olsa gerek ki, gecenin sessizliğinden ve seherin bereketinden olabildiğince faydalanmaya çalışıyordu. Sanki uykusu Kerbela Çölü’nde kaybolmuş, gözlerine Kerbela Çölü’nün ince kumları akmıştı.

Gözlerini kapatıp dünya ile tüm bağını kestiğinde, yeryüzüne dair cümle sesler de kesilmişti sanki. Bedeni ve ruhunu koşulsuzca teslim ettiği bu sessizlik, onun için muhteşem bir hatip oluyor ve bu sükunetin  içinde kelimelerin şahitliğine sığınıyordu.

Bu gece de zihni kafasıyla yoldaşlık yapmaktan vazgeçmiş, bambaşka izlerin peşine düşmüştü. Gayesi içindeki bütün karanlıklarla yüzleşip onları aydınlık kılmaktı.

Dünü, bugünü ve yarını bir arada yaşayan gönlünü bir süre hatıralarının bahçesinde gezdirerek avutmaya çalıştı. An geliyor dedesinin kucağındaki küçük Hüseyin oluyor, an geliyor babasının ardınca ilim meclislerinde geziyor, an geliyor ağabeyi Hasan’la ümmetin durumu hakkında münazara ediyordu.

Ama bir süre sonra zihni, onu tefekkürün savaş meydanına çıkarıp kılıç sallamaya zorlamıştı;

Arabistan Yarımadası’nda ve bütün dünyada insanlık; zulmün, cehaletin ve karanlığın pençesinde kıvranıp dururken Allah tarafından seçilerek özelde Mekke’ye ama genelde tüm insanlığa bir şifa meltemi gibi gönderilen Alemlere rahmet olan dedesinin tebliğ ve temsil ettiği huzur, adalet, barış ve güven ikliminin yeniden yerini huzursuzluk, savaş ve zulme bırakmaması ve huzurun bu topraklarda yeniden filizlenmesi için planlar yapıyor, bu uğurda tefekkürünün sınırlarını zorluyordu.

Zihninin ışıkları yeni açtığı bu koridora yansıyınca nereye varacağı çok da belli olmayan bir sürü patika ile karşılaşmıştı ama kovasını tefekkür kuyusuna salmıştı bile.

Yüreğindeki kaygılarla dolu fısıltıları bir süre dinledikten sonra ruhunun pencerelerini ardına kadar açtı. Bir anda içini tarifi imkansız bir huzur kaplamıştı. Çünkü içerisi yaşadığı sıkıntılı günlere, uğradığı kitaplara sığmaz ihanete rağmen apaydınlıktı.

Zira vahyin ışığında büyümüş, yaşadığı çağın göğsünden süt emmiş ve bu yüzden de hayatı boyunca her türlü haksızlığın, kayırmacılığın, hırsızlık ve zulmün karşısında durmuş; malzumu zalime ezdirmemek için  var gücüyle mücadele etmiş ve bu sayede mazlumların yanında destansı bir itibara sahipken muktedirler tarafından hep bir tehlike olarak görülmüştü.

Geniş omuzları ve güçlü kollarıyla, elli altı yaşın olgunluğuna inat dipdiri teni, vecd ile sarsılmaya başlamışken yeniden secdeye kapandı.

Tüm olacaklara razı olmuş bir teslimiyet  halinde alnını bütünleştirdiği Kerbela toprağının, bu dünyadaki son durakları olduğunun da aslında ziyadesiyle farkındaydı.

Zira muhatapları dün dedesine karşı hınç dolu iken, bugün aynı hırs ile O’nun evlatlarına bilenmişlerdi. Nicedir içlerine attıkları hazımsızlıklar birer birer gün yüzüne çıkıyordu. Hırs ve öfkeleri akıllarını kirletmiş ve bu kirlilik onları aynı zamanda kör etmişti. Bu yüzden de emir ve yasaklardaki kıymeti göremeyenler “yapın” denen salih amellerden geri duruyor, bu geri duruş onları alemlere rahmet olarak gönderildiği bizzat Allah tarafından müjdelenen bir peygamberin torunlarına kılıç çekecek kadar perde perde hakikatten uzaklaştırıyordu.

Solgun günlerin bilinmezliğinden, kutlu bir gayenin aydınlık iklimine doğru çıktıkları bu yolda; şahit olduğu onca fitne, ihanet ve karışıklığın coşturduğu yüreği, taşan gözlerinden akan yaşlarla sakalından süzülüp yeniden toprakla birleşirken, gönlünü saran sevda alevlerini yaslı yüreğine haykırıyor; yüreğinin yamacında kundağa sarılı bir çocuğun çaresizlikten inlemesi misali “Şahitsin Ya Rabbi” diyor, teninde bulabildiği azıcık mecalle Rabbinden medet umuyordu;

“Şahitsin ki ben senin rızan için, dedemin emanet ettiği kutsallar için buradayım. Benim de, bu rızaya ortak olanların da yegane dostu ve sığınağı sensin!Ey şu gecenin sahibi ve şahidi olan Rabbim! Senden gayrısından korkmuş bir kalple yanına gelmekten bizi alıkoy!

Ben bir öksüz, bir boynu bükük olarak yüz sürdüm huzuruna. Sana malum ki yaralarım çok, kanatlarım kırık, yüreğim yanıktır. Azametin hürmetine beni bağrında “koruyun” diye emrettiğin yetim bir çocuk gibi ağırla ve yüreğimdeki ağrılarıma annelik yap!”

Yere göğe sığmayan kudret, kulunun yüreğine sığıyordu ya; secde boyunca bu hakikatin kendinde de tecelli etmesi dua ediyordu Hüseyin. Yüreğinden zihnine damlayan içli kelimelerle bir taraftan “şerden hayırlar doğurabilen” Rabbine sığınıp gönlünün dalgalarıyla boğuşurken bu tecellinin izini sürüyor, öbür taraftan da aklında cevap bulamayan onlarca sualin baskısı ile kıvranıyordu.

Alnı secdede idi ama zihni, sorgu sual nehrine dönmüştü. Çünkü Hubab ve Vahhabla beraber gelen doksanı aşkın kişi, Hürr’ün ikna ettiği otuz civarında asker onları bir nebze olsun güçlendirmişti ama ne tür bir fitneyle mücadeleye giriştiğini gayet iyi bildiğinden bu gelişmelere çok da sevinemiyordu.

İçinde yeniden depreşen bu endişeyle alnını yaradılışın harcı olan toprağa daha bir sıkı halde yapıştırdı. Kapandığı secdeden başını kaldıramıyor, hal dili ve yüreğinde kopan fırtınalarla derdini Yaradanına arz ediyordu. Gözyaşlarının eşlik ettiği dua kasırgalarıyla gönül yangınlarını her şeyden haberdar olan hakimler hakimine sunuyor, O’nun şefkat ve merhamet iklimine sığınıyordu. Kalbi içine maya katılmış hamur gibi kabarmış, yüreğindeki çaresizlik dakikalarca gözünden taşmıştı.

Bir süre sonra akıttığı gözyaşlarının ruhuna yapışan kara bulutları dağıttığını ve bir lahza olsun rahatladığını hissetti. Yüreğinin tüm biriktirdiklerini sağmayı başarmış, akıttığı gözyaşları yürek yangınını bir hayli törpülemişti.

Yavaşça secdeden doğruldu ve sakalına süzülen yaşları silerek parmaklarıyla gözlerini ovuşturdu. Zihin duvarlarına çarpa çarpa dudaklarından çıkan sözler, ruhunu bir tık daha rahatlatmaya yetmişti;

“Herşey olacağına varır ve hüküm yalnızca Allah’ındır!”

Öyle ya, yeryüzünün tüm güçleri ve hayatın tüm dertleri Allah ile yapılacak bir ittifak karşısında yıkılıp gitmeye mahkum değil miydi? Bunun farkında varan nasipli bir gönülden daha özgür olabilecek başka kimse var mıydı? Alemlere rahmet olan dedesinin de deyimiyle Allah sevdiği kulların gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve yürüyen ayağı olmuyor muydu?

Yerinden doğrulup uyku akan gözleriyle Rubab’ın hemen yanı başına uzandı. Tam uykuya teslim olacağı an, yüreğinden dudağına gece boyunca ettiği dua aktı;

“Yüreğimdeki ağrılarıma annelik yap Allah’ım!”

ÇİLEN AZ KALDI HÜSEYİN’İM!

Hüseyin’in gece boyunca aradığı umut ışığı çok gecikmemiş, samimiyetle sığındığı Rabbi yaralarına merham olacak muştuyu uykuda iken yollamıştı;

Rüyasında dedesinin yanı başındaydı. İhtimam ve saygıyla başı önünde, sağ elini kalbinin üzerine koyarak selam verdi;

“Es Selamu Aleyküm, Ey Alemlere rahmet olan dedem!”

Selamı misliyle iade edilmişti.

Namazdaki gibi oturdu; ellerini dedesinin ellerine götürüp yüzüne sürdü ve gözlerini gecenin zifiri karanlığına eşlik edercesine kapatarak, o mübarek elleri öptü, öptü, öptü.

İçine çektiği kokuyla adeta kendinden geçmişti. Zira o muhteşem koku, tüm vücudunu zerrelerine kadar yıkıyormuş, aylardır çektiği sıkıntıların yerini müjdelere terkediyormuş gibiydi.

Rüyada olmasına rağmen hissediyordu, sanki bu güzel kokuyu son defa duyumsuyor, son defa ciğerlerine çekiyordu. O yüzden de derin derin nefes alıyor, tüm zerrelerinin bu muhteşem kokudan nasiplenmesini murad ediyordu. Kulaklarında sadece kalbinin ritmi, bu sesten gayrı dünya ile tüm bağını koparmış, ruhu ile sanki göklere kanatlanmıştı;

“And olsun güneşe ve yükselen aydınlığa! Ve onu izlediği zaman aya. Ve onu ortaya çıkardığında gündüze. Ve onu sarıp örttüğünde geceye. And olsun semaya ve onu bina edene. Arza ve onu yayıp döşeyene. And olsun nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene. Nefse kötülük ve takva kabiliyeti verene and olsun. Kendisini arındırıp temizleyen gerçek kurtuluşu bulmuştur, onu kirletense ziyandadır”

Alemlere rahmet dedesinin dudaklarından dökülen bu ayetlerle gözlerini açmış ve bal rengi gözlerini onun gözlerine kilitlemişti. Dedesinin gözlerinde kaybolurken cümle acılarıyla, korkularıyla, öfke ve çaresizlikleriyle ruhen çırılçıplak gibiydi. Üşüyen ruhunu örtemiyor, üzerine yağan hüznü şikayet etmek istercesine avazı çıktığı kadar bağırarak “canım yanıyor” demek istiyor; çölde yağmur dilenen toprağın hali gibi dedesinin dudaklarından çıkacak ve gönlünü teskin edecek nisan yağmurlarını bekliyordu.

Nitekim kendini tutamadı;

“Gözümün nuru dedem. Bu nasıl bir çaresizliktir ki, beni ruhumdan tutup yerden yere çalıyor. Bana teselli verecek, çaresizliğime çare olacak, karanlığımı aydınlatacak bir ışık yok mudur?Dünya sanki bir ejderha gibi elimden irademin bütün bağlarını çekip almak istiyor.”

Ancak  dedesi işaret parmağını iki dudağına yaklaştırarak onu susturmuş; daha fazla konuşmasını, belki de şikayet etmesini istememişti;

“Allah sabredenlerle beraberdir evladım. Allah sabredenlere mükafatlarının en güzel şekilde verileceğini vaad edendir. Şüphesiz ki O’nun vaadi Hakk’tır. Çilenin bitmesine az kaldı evladım. Sabret. Şüphesiz ki Allah, muhsinlerle beraberdir”

Kum tepelerinin arkasından altın bir tepsi gibi yükselen güneş, kozasında dokuduğu umutla yeni bir günü müjdelerken yatağından fırlayan Hüseyin, elbisesinin ter içinde olduğunu hatta saçının ve sakallarının bile ıslandığını görünce bağdaş kurup oturdu. Ruhu hareketlenmiş ve neredeyse kanat takıp yükselecek gibiydi; ama o gördüğü bu rüyayı ayıklamaya ve yorumlamaya çalışıyordu.

Yemyeşil bir vadi, kana kana su içtiği pınarlar ve gür akan bir nehir vardı rüyasında. Nehrin hemen yanında etrafını sağlı sollu saran değişik giyimli insanların tam ortasında oturan dedesinin hala ciğerlerine çektiği o mümbit kokunun ve dedesinin “az kaldı” sözüne odaklanmış bir halde tefekkür halindeydi.

Rüyasını ayıklamaya çalışırken bile terliyordu ama vücudunun manevi bir haz sarmalına kilitlendiğini ve ruhunun berrak bir su gibi durulduğunu hissediyordu.

Eline geçirdiği bir bezle alnına biriken terleri sildikten sonra rüyasını çözümlemeye devam etti. Bu, kesinlikle “haberci” bir rüya, yusufi bir müjde idi. Alemlere rahmet olan dedesi yaşadıkları bu esaretten sonra bir hürriyet olduğunu ve ferahlayacaklarını müjdelemişti.

Hüseyin, o kadar dalmıştı ki bu tefekküre Rubab’ın seslenişlerini duymadı bile. Ama bu durgunluğu Rubab’ın gözünden kaçmamış ve telaş içinde Zeynep’e haber vermişti.

“Abim, can parçam. Neyin var, hasta mısın?”

Gözlerini kardeşinin gözlerine diken Hüseyin,nerdeyse saati bulan suskunluğunu bozuyordu;

“Dedemi gördüm” dedi.

“Ben o eşsiz kokusunu ciğerlerime çekerken, çilen az kaldı, sabret” dedi bana!

Hüseyin’in bu sözü üzerine o ana kadar tüm sükunetini koruyan Zeynep’in yüreğine sanki yıldırımlar düşmüştü. Gözlerinde geceki sohbetten kalan çakmak çakmak heyecan gitmiş, yerini endişenin sınırlarında gezen bir tedirginliğe bırakmıştı.

Birkaç dakika yüreğinden boşalan çağlayanlara inat sustu,sustu ama daha sonra aylardır çektiği çile dile gelmişcesine avazı çıktığınca feryat edince bir anda çadırın içi aile efradı ile dolmuştu.

Hüseyin ise “bir şey yok” dercesine hepsini süzdükten sonra; “bu ahval bize yakışmaz” deyiverdi. Zeynep’in gözlerinin içine bakarak; “Sabır can parçam! Biz Resül torunlarıyız. İman ettik ki topraktan geldik, toprakla arındık, toprağa döneceğiz” dedikten sonra kendini çadırın dışına atmak için ayağa kalktı, tam çıkacakken tekrar Zeynep’e döndü;

“Unutma can parçam! Sabırda sebebe bakıp vesilelere tahammül edersin. Ama gaye rıza makamı ise, sebebe değil sebeplerin sahibine bakılır ve O’na şartsız şurtsuz tastamam bir teslimiyetle razı olunur.“Hayy” dan gelip “Hû” ya gitmek isteyenler için en büyük azık Hakk üzerine sebat etmek, sabretmektir!”

Zeynep, abisinin teskin edici sözleriyle gözyaşlarını yeniden içine akıtarak gördüğü rüyanın şifresini bulmuş olmanın hüznü ile, sevdasını akıtıyordu abisine. Zira önlerinde öyle bir tablo vardı ki ne ayrılışın adı konabiliyordu, ne de bekleyişin;

“Ey canımın yongası! Şöhretinle, servetinle ve dünya zevklerinle hür olma imkanın varken; sen, ilahi bir emrin gönüllü kölesi olmayı tercih ettin. Bildin ki her dünyalık gaye, insanın elini kolunu bağlayan en büyük tutsaklıktır. Kutsal bir amaç uğruna servetini ,şöhretini ve şehvetini terkederek yollara düşüp buralara kadar geldin. Bil ki senin yüreğin ilahi huzurla mayalandı ve sen yüreğine tutunup gökyüzüne çıkacaksın!”

Sözünün burasında sesinin titremesine engel olamamıştı Zeynep;

“Aradığın o rıza makamı gelip seni bulacaktır!”

Bu son cümlesinden sonra yeniden gönlünde derin bir hüzün kuyusu oluşmuş, o kuyunun derinliklerindeki gözleri ise yağmur toplamaya devam ediyordu. Gönlüne kılıç kabzası gibi inen sualler, yüreğini tarumar etmişti Zeynep’in.

Yaralı bir ceylanın suya inişinin bütün tedirginliğini giyinmiş olarak zihin çarşılarında bu suallerin cevaplarını yana yakıla ararken; Hüseyin, kardeşinin üstüne çullanmış bu yetimliğe bakıp derin bir iç geçirdi ve bir baba şefkati ile onu kucakladı. Onun da yüreği burkulmuştu. Kardeşinin kulaklarına uzun uzun sıkıntısız, çilesiz ve zahmetsiz rahmet olmayacağını fısıldadı.

Daha sonra çadırda Zeynep’in feryadı ile toplaşan aile efradına döndü;

“Bizlere bu zor, çileli ama sonsuzluğu fısıldayan günleri nasip eden kaderin ve kalemin yegane sahibine hamd olsun. Ben, bu yola çıktığımız günden beri geceler boyunca yüreğinizden fışkıran şükür nağmelerini dinleyerek uyudum. Korkularınız ve kaygılarınız yatağımın başına dikilip uykularımı kaçıran kabuslar olurken, sevinçleriniz karanlık gecelerimi ışıkla dolduran, tüm gönül ağrılarıma merhem olan müjdeler gibi geldi.”

Hüseyin’in bu sözleriyle herkes başını öne eğmiş, bu sözlere gözyaşları ile mukabele ediyor, gönül alemlerinin yapmurlarını birbirinden gizlemeye çalışıyordu.Gözler hüzün buğusuyla sürmelenmiş, yürekler kederlenmişti.

Hüseyin’in ise ruhu iyice kabarmış, taşacak kıvama gelmişti. Bir süre susarak içindeki bu büyülü sesi dinledi. Gece boyunca taşıdığı kaygılar dağılmış, içine huzur huzmeleri dolmaya başlamıştı.

Hiç tatmadığı bir mutluluğun ana vatanına doğru yola koyulduğu hissiyle tüyleri diken diken olmuş, adeta teslim olduğu bu tatlı ürpertinin de etkisiyle ruhu sakindi ama zihni ateş püskürüyor gibiydi.

Refikleri ise pürdikkat onu dinliyor, bir kelime dahi kaçırmak istemiyordu. Heyecanla konuşmasını sürdürdü;

“Görüyorsunuz ki yılanın başı dışarda ama gövdesi ve kuyruğu ne yazık ki artık yüreklerimizin içindedir. Zira anlamadan reddetmek karanlığa taş atmaktan farksızdır. Karşımızdaki muhataplarımızın bırakın bizi anlamayı, dinlemeye tahammüleri yoktur. Bu yüzden biliniz ki bu coğrafyada bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Yezit ve avanesi bize bütün ahalinin gözü önünde reva gördüğü bu zulümle farkında olmasalar da küllenmek üzere olan hakkaniyet ateşini yeniden alevlendirmiştir.

Yoluna canımı, kanımı serdiğim, evlad-u iyalimi tasadduk ettiğim Allah şahit olsun ki, bu can bu tenden çıkıncaya kadar Hüseyin bu yoldan geri dönmeyecek!

Hasımlarımız madem ki önümüze iki yol koymuştur. Biz ya bu topraklarda onursuzca yaşayıp onursuzca öleceğiz ya da ebedi aşkın huzuruyla hak uğruna canımızı ve kanımızı imanımıza şahit kılarak onurluca şehadet şerbeti içecek, Rabbimizin ve dedemizin pak huzuruna bu onurla çıkacağız. Gün bu onuru kurtarma günüdür.

İman ediyorum ki bu topraklarda güneş bundan sonra daha parlak doğacak ve yepyeni bir umudun ezgisi çalıp söylenecek. Nice asırlar sonra insanlar, bu kupkuru çölde mayalanan bu adalet sevdasını birbirine fısıldayacak”

Hüseyin’in çadırın dışından da yankılanan bu sözleri kurak gönülleri sulamıştı. Kışa göz kırpan sonbahara inat bir bahar gibi yeşeren umutlarla tüm refiklerin yüreğine cemreler düşmeye başlamış ve gönül coğrafyaları yüreklerindeki şehadet toprağının gözelerini nakış nakış mayalamaya başlamıştı.

Zulme, haksızlığa ve hukuksuzluğa kıyam eden bu tohumun çatlayarak gün ışığına çıkması an meselesi idi artık.

Öyle ya hürriyet denen şey; kavgaya bütün yüreğiyle atılanların, samimiyetten ve vefadan ödün vermeyenlerin, ateşten yalınayak geçmeyi göze alanların, yüreğini özgürlük ateşiyle tutuşturanların, hayallerinin denizinde dualarının sandallarıyla enginlere doğru açılanların dillendirebileceği bir ezgi değil miydi sadece?

MEKKE OLMADAN MEDİNE OLMAZ

Hüseyin, teyemmüm alıp namaz için hazırlık yaparken bu kez askerlerden hiç kimsenin olmaması dikkat çekiciydi. Celal Abbas ise, Hüseyin’in arkasında saf duran refiklere bu hali işaret ediyordu;

“Bizim yokluğumuzu varlıklarının teminatı olarak gören askerler ürktü sanırım! Bak, kimse namaza gelmedi bu sabah!”

“Onlar bizden ürkmedi” dedi Hüseyin ve tam tekbir getirmek üzere iken sözünü tamamladı;

“Onların ürktüğü şey biz değiliz, kılıcın keskinliği. Çünkü onlar kılıcın en iyi hatip olduğuna iman etmişler”

İçine girdiği çıkmazın çaresizliği ya da yaşatılanların yorgunluğu mu anlamamışlardı ama Hüseyin’in ses tonu iyiden iyiye hüzün kokuyordu.

Eda edilen namazdan sonra artık iyiden iyice soğuyan havanın direncini kırmak için etraftan çalı çırpı toplanmış ve devasa bir ateş yakılmıştı. Dün gece kervana yeni katılan refiklerin beraberinde getirdikleri erzaklar ile de kanaatkar bir sofra kurulmuş ve herkes nasibince bu sofradan faydalanmıştı.

Ateşin etrafında halka kuran refikler kendi aralarında olabilecekleri münakaşa ediyor, Hüseyin ise derin bir tefekkür içinde kah onları dinliyor, kah gözünü ufka dikerek tefekkür çarşılarında dolanıyor, sinesine sokulan sayısız sessiz sualin sağanağında sağa sola savruluyordu.

Çölün üzerine inen sisler uyanmış ve el ele tutuşarak göğe doğru hareketlenmeye başlamıştı ki Celal Abbas, kendi aralarında yaptıkları bu sohbetin en can alıcı yerinde ağabeyi Hüseyin’inden duyduğu cümlelerle refiklerin zihin duvarlarında yansıması epey sürecek bir seda bırakmıştı;

“Hak, hukuk ve adalet için mücadele etmek müslüman için imkân değil iman meselesidir. Kimin ne kadar imkânı olduğunu ben bilmiyorum ama bildiğim bir şey var ki; o kadar imanımız yok. Olsaydı, böyle olmazdı. Kalbimizin bir yanını Mekke, bir yanını Medine kılabilseydik şayet, Resül torunlarını şu çöle sürmeye kimse cüret edemezdi.”

Celal Abbas’ın bu sözleri Hüseyin’i kulaç attığı tefekkür deryalarından çekip almış, onu sohbete dahil etmişti;

“Mekke olmadan Medine zaten olmaz babamın oğlu” deyiverdi.

Kendisine hayranlıkla bakan genç bir refik, farkında olmadan diğer refiklerin de tercümanlığını yaparak uzun sürecek hikmet dolu bir sohbetin de fitilini ateşleyecekti;

“Nasıl yani?

Kerbela çölü güneşin billur ışıkları ile yıkanırken maldan mülkten geçerek terkisine adaletin vazettiği umudu yüklemiş olan refikler, meraklı bakışlarını hep birlikte Hüseyin’in üzerine çevirmişler, az önce kurduğu anlam yüklü cümleyi detaylandırmalarını bekliyordu;

“Bizim bugünkü karın ağrımız tam da budur” diye devam etti Hüseyin.

Bal rengi gözleri, etrafında kümelenmiş refiklerini süzerken aklı ise yakın tarihin serin sularında gezinmekle meşguldu;

“Kitabullah’a bütünsel olarak baktığımızda kalemin ve kaderin sahibi; İkra (Oku) ayetini Cebrail ile yollarken yirmi üç yıl sonra indireceği son ayeti de biliyor muydu? Pek tabi ki biliyordu. Ama bunu yirmi üç yıl gibi geniş bir zaman dilimine yaydı. Zira Allah, yaptığı bütün işleri bir hikmet dairesinde takdir edip yaratmaktadır.

İlk inen ayetler yani Mekki olanlar bir şuur gayesi taşırken yani “neden” sorusuna cevap verirken; sonraki yıllarda inen ayetler ise bu şuuru yaşama taşıyıp “neden”in bu kez “nasıl”ına cevap verdi. Yani “yap” denilmeden önce“neden yapmalıyım” şuuru verildi ki; yirmi üç yıllık vahiy sürecinde “namaz kıl” emrinin on üçüncü yılda, içkinin tümüyle yasaklanmasının on yedinci yılda, tesettür emrinin on sekizinci yılda, hacc emrinin on dokuzuncu yılda, faizin kesin olarak yasaklanmasının ise yirmi üçüncü yılda dedemin Veda Hutbesi ile bildirilmesi bu tespitimi doğrular. “

Hüseyin’in gözleri yaşarmış, başı önüne bükülmüştü. Zira zaman gerilere sarmış, hatıra sandığının altın kilidi açılmıştı. Sevincin ve hüznün arasına saklanmış hatıraları yeniden yaşıyordu sanki.

Bu hal üzere bir süre sessiz kaldıktan sonra kendisini toparladı ve devam etti konuşmasına;

“Bu tablo aynı zamanda Allah’ın tüm zamanlara örnek olabilecek bir toplumun inşasına “nereden” başladığı ve buna “nasıl” devam ettiği konusunda bize rehberlik yapar. Zira Mekke’yi yaşamadan; oradaki yokluğu, sıkıntıyı, darlığı, ambargoyu soluklamadan Medine inşa edemez, medeniyete kavuşamaz ve oradaki bolluğa eremezsiniz. Bir başka açıdan bakarsanız Mekke yılları yokluk, Medine yılları varlık yılları. Bu sıralamanın sunduğu “neden ve nasıl” ilişkisinin bina edildiği şuurun fısıldadığı gerçeklik de net aslında; “Önce iman et sonra düşün değil, önce düşün sonra iman et!Rabbin insana son hitabı olan Kelamullah’ı bilenler için de bu gayet nettir. Alak Süresi ile başlayıp Nasr Süresi ile bitireceğiniz bu yolculukta Mekke’yi yaşamadan yani oradaki yokluğu, sıkıntıyı, darlığı, ambargoyu soluklamadan; Medine’yi inşa edemeyeceğiniz, medeniyete kavuşamayacağınız ve oradaki bolluğa eremeyeceğiniz gerçeği benliğinize tokat gibi çarpar. Çünkü “iman” kaleminin mürekkebi Mekke’de yaşanan acı, gözyaşı,sıkıntı dolu o yılların gölgesinde “niçin” sorusu ile dolmuş; Medine ise bu kalemin kâinata yazdığı sevgi, barış, kardeşlik, merhamet ve adaletin çağlar ötesine günümüze taşınan gerçekliğinin kitabını yazmıştır. Kendi öz evladını diri diri toprağa gömen kömür karası bir toplumdan; yürürken yerdeki haşerat ezilmesin diye ayağına çıngırak bağlayan elmas gibi bir topluma nasıl ulaşıldı sanıyorsunuz?

Güneş, mızrak mızrak yükselmeye devam ederken ömrünü çileye hasretmiş yarım asırlık çınarın yüreğinden süzülen kelimeler baştan başa vahiy, akıl, hikmet ve huzur kokuyordu.

Buna karşılık hemen karşılarına kurulan çadırlardan kahkaha sesleri at kişnemeleri ve askerlerin birbirlerine anlattığı yol hatıralarının süslediği ilginç hikayeler birbirine karışarak etrafa yayılıyordu.

Meraklı bakışlar arasında devam etti konuşmasına Hüseyin;

“Yani on üç yıllık Mekke hayatına olmuş bitmiş bir süreç olarak değil, müslümanlık gibi giydirdiği şeref gömleğiyle birlikte önemli görevler vaaz eden bir dini kabul eden insanların yaşaması gereken aktif ve dinamik bir süreç olarak bakmak zorundayız. Kısacası diyebiliriz ki, Mekke’si olmayanların Medine’si olmaz, Medine’si olmayanlar da medeniyet kuramaz. Dedem ve yoldaşlarının on yıllık Medine Dönemi’nde yaşadıkları hadiseler üzerinden aynı yol ve yöntemlerle gidilirse manen çöle dönmüş yüreklerde bir kez daha Medine’de olduğu gibi huzur gülleri açar, kardeşlik ezgileri söylenir. Öbür türlüsü hezeyandır, zahmettir, boşa uğraştır. Çünkü İslam durağan bir değer değildir. Aktiftir, dinamiktir. Bu yüzden de belli bir zamanla kayıtlanamaz. Unutmamalıyız ki; Kitabullah’taki her bir ayet iman iddiasında olanlar için birer işarettir ve hiçbir işaret ‘bana bak’ demez, ‘gösterdiğim yere bak’ der. Gösterdiğim yere bak ki iman kalemin dokunduğun her yere; kaderinin kaderiyle kesiştiği herkese sevgiyi, kardeşliği,merhameti, barışı, adaleti satır satır yazsın; ilmek ilmek nakşetsin ki  bu dünyada inşa etmeye çalıştığın cennet, ötelerde gerçekten “evin” olsun!”

Fikir demlenmişti bir kere.

Refikler adını çokça duydukları ama yeni tanışma fırsatı buldukları Hüseyin’i yakından tanımaya başladıkça ve sohbetlerine şahit oldukça içlerinde ona karşı büyük bir sevgi ve hayranlık beslemeye; sanki aralarında kan bağı varmışcasına ona yakınlık duymaya başlamışlardı. Onunla daha önceden tanışıp yakından ilgilenmedikleri için her biri iç dünyalarında kendilerini ayıplıyordu. Zira her birinin zihninde içlerini kemirip duran ve aşılmayı bekleyen çok fazla soru vardı.

Bu kez oldukça genç bir refik utana sıkıla sordu;

“Allah katında en değerli insan kimdir?”

Sözleriyle muhatabını kucaklayarak “evladım” dedi Hüseyin ve devam etti;

“İlim dediğimiz şey sıkıntı oluşturmak için değil aklımızdaki sualleri ve sıkıntıları çözüme kavuşturmak için vardır. Bizim sıkıntımız ise bilmekte değil, bilmemektedir. Problemimiz sormakta değil, sorduğumuz soruların peşinden gitmemektedir. Bu düzeni var eden Yüce Yaratıcı’dır. Biz ise sadece onun var ettiği şeylerin sırrına vakıf olmaya çalışıyoruz. Bu yüzden utanıp sıkılmanıza gerek yoktur.”

Soruyu soran refiğin mutluluktan gözlerinin içi parlamıştı. Zira peygamber torunundan “evladım” hitabını duymak onun için büyük bir paye idi. O’nun, Allah’tan bir rahmet olarak karşısına çıkarıldıklarına tüm kalbiyle inanıyordu.

Hüseyin ise sorunun cevabına dönmüştü;

Şüphesiz ki Allah katında en değerli olanımız dedem Hz Peygamber(sav)’dir. Evet, her ışık kaynağı, etrafına ışık vermekte birbirine benzer ama hiçbir ışık kaynağı “ben de ışık veriyorum öyleyse ben de güneşim” diyemez. “Peki biz ne kadar değerli olabiliriz” diye sorarsanız da alemlere rahmet olan dedeme ne kadar benziyorsak o kadar değerliyiz diyebilirim. O’na benzediğimiz, bunun için çabaladığımız nispette değer kazanırız. Bu yüzden rıza dışında attığınız her adım; O’nun haykırdığı değerlere ve bu değerleri kuşanmış manevi bedenine yapılmış bir suikasttır.”

“Manevi bedenine suikast” kelimesi refikleri tepeden tırnağa titretmeye yetmişti ama yem toplayan güvercinler misali ağzından çıkacak her kelimeyi sabırsızlıkla bekliyorlardı. Zira Hüseyin, cümleleriyle her birinin zihin değirmenine biteviye su taşıyor, bedelini ödenmeyen hakikatin, tadılmayan hissin, hazmedilmeyen fikrin sahibi değil tellalı olacaklarını gönül coğrafyalarına fısıldıyordu;

“Çünkü dedemin önderliğindeki tüm sahabe bütün insanlığa adalet, merhamet ve saadet getiren bu kutlu davanın ışığının sönmesinin bütün insanlık için ne büyük felaket getireceğini iyi biliyorlardı. Bu yüzden, kendilerini feda etmek pahasına hakir görülen ve zulme uğrayan halkın yanında durarak insanlığın kurtuluş ümitlerinin söndürülmesine müsaade etmediler. Her biri başlarına gelebilecek musibetlere aldırış bile etmeden bu topraklarda imanın ve aklın ışığı kaybolmasın diye çok büyük direnç gösterdi. Üstelik buna yeltenenlerin karşısına net bir tavırla dikilmekten de geri durmadılar. Eziyetler çektiler, işkencelere maruz kaldılar; açıkla, yoklukla, evlatla, yerini yurdunu terk etmekle imtihan edildiler ama doğru bildikleri yoldan asla dönmediler.”

Beyaza bulanmış gür sakalları ile orta yaşlarını geride bırakmış başka bir refik, onun bir anlık susmasını fırsat bilip girdi araya. Zira hepsinin aklında ilme ve tefekküre dair pek çok mesele dolanıp duruyordu ve edindikleri her yeni bilgi onlara engin bir tefekkürün kapısını aralıyor, zihinlerde yepyeni fetihlere kapı aralıyordu;

“Ne kadar sevap işlersek cennete gireriz?”

Hüseyin, gözlerini yeniden uzaklara dikerek konuşmaya başladı;

“İslam dininde sevap asıl gaye değildir. Sevap olsa olsa asıl gaye olan rıza makamına ulaşmak için teşvik görevi gören bir ödül olabilir. Çünkü tabi olduğumuz din, sevaplar ve cennet üzerinden bizi güzel ahlaklı olmaya, insanca yaşamaya, bir başkasının hak ve hukukuna riayet göstermeye, bu sayede de güzel örnek olmaya teşvik ediyor. Bu nedenledir ki alemlere rahmet olan dedem Rabbinden aldığı bilgiyi hayatına aşk, şevk, heyecan ve aksiyon olarak yansıttı ve yirmi üç senelik peygamberlik hayatında yerinde asla durmadı. Gece gündüz insanları manevi felaketlerden kurtarmak için dertlendi, bu derdin dermanını aramakla ömür tüketti.

Tüm bunlardan hareketle diyebiliriz ki, bu dine giriş anahtarı olan ve Allah’tan başka ilah yoktur anlamına gelen “Lailaheillallah”bir söylem, onun hemen ardından gelen “Muhammederresullah” ise o söylemi ispat eden bir eylemdir.Yani Allah’tan başka ilah yoktur anlamına gelen “Lailaheillallah” demek bir iddiadır, “Muhammederresullah”kelimesi ise o iddiayı ispat ederek O(sav)’nun gibi yaşama gayretidir. Çünkü “Lailaheillallah”yaratılan herşeyi Allah’ta birleştirir, Muhammederresullah” ise Allah’ta birleşen, Allah’ın birliğine iman eden yaratılmışı en güzel örnek olan O’nun ahlakında birleştirir.”

Derin bir iç çekişten sonra, yatağından taşan ırmak misali konuşmasına devam etti;

“Ezanlarda, kametlerde ve okuduğumuz tahiyyatlarda geçen “ben şahitlik ederim” anlamında kullandığımız “eşhedü” ifadeleri ile günde tam seksen iki kez “şahitlik ederim” dediğimiz ortaya çıkar. Peki, bu şahitlik nasıl olur? Malumunuzdur ki şahitlikte şahit edilecek olayın gözle görülmesi lazım. İşte bu şahitlik makamı, insan denen varlığı “eşref” makamına yüceltir. Zira o; kendisine verilen göz, bahşedilen akıl ve içine yerleştirilen vicdan çipi ile dünyada var olan herşeyin, var edenin varlığına şahit olduğuna şahitlik yapar ve bu şahitlik, onun günde seksen iki kez kullandığı “şahitlik” ikrarını belgelemiş olur.”

Hüseyin’in ortaya koyduğu tespitler güneşin karanlığa nüfuz edişi gibi ruhları aydınlatıyorken bir süre uzakları seyre dalarak içinin dalgalarını yatıştırmakla meşgul oldu. Uzaklara dalıp gitmek çocukluğundan beri en belirgin özelliklerinden biri haline gelmişti. Daha sonra refiklerin gelirken beraberinde getirdikleri hurmalardan birine uzandı ve onu hepsinin görebileceği şekilde havaya kaldırdı. Gayesi, refikleri için konuyu daha anlaşılır hale getirmekti;

“Bu elimde gördüğünüz hurma bir meyvedir değil mi?”

Refiklerden bazıları hep bir ağızdan evet demiş bazıları ise “evet” anlamında başlarını sallamışlardı. Hüseyin ise refiklerinin yapılan sohbete olan ilgilerinin memnuniyeti içinde yüreklerine dokunmaya ve orada kalıcı izler bırakmaya devam ediyordu;

“Ama bu bir sonuçtur. Peki neyin sonucu? Bir çekirdeğin toprak altında çektiği çileyi tamamlayıp gün yüzüne çıkarak, ilkin filiz sonra ağaç olmasının sonucu. Ama bu sonuç, son değildir. Zira bu meyvenin gayesi, bağrında büyüttüğü çekirdeğin aynı bedeli ödeyerek farklı bağ ve bahçelerde aynı meyveyi vermektir. Bu yüzdendir ki, amel imanın meyvesidir.

Bize Rabbimiz tarafından “en üstün ahlak” olarak gösterilen alemlere rahmet olan dedemin hayatına bu gözle baktığımızda kırk yaşına kadar olan dönem ve o dönemde yaşadığı süreç onun çekirdek halidir. Kırk yaşından Medine’ye hicret ettiği döneme kadar olan süreç, onun bedel ödeme yani yetişme dönemidir. Biliyoruz ki bedel ne kadar yüksek olursa karşılığı da o kadar değerli olur. Medine’ye hicret ettikten sonraki dönemden vefatına kadar olan on yıllık dönem ise onun hayatının meyve dönemidir. Bu dönem ödediği bedelin karşılığında ona ve onla beraber çileye talip olanlara ödenen bir değer olarak karşımıza çıkar.

Ordan çıkan adalet, merhamet, rahmet, kardeşlik ve eşitlik gibi meyvelerin kuruduğunu söyleyebilir miyiz? Pek tabi ki hayır! Bilakis bu meyvelere sahip çıkıp aynı bedeli ödemeyi göze alanlara aynı değerin verileceğine dair kitabımızda derin ifadeler mevcuttur. İşte bu yüzden yalnızlığın özgürlüğüne, imanın samimiyetine, aşkın yarasına ve derdin mucizevi gücüne talip olmanın bedeli ağır, yolu meşakkatlidir.

Hava güneşin yükseklere çıkması ile ısınmaya başlamıştı ama içinde tutuşmakta olan ateş içini daha fazla yakıyordu. Bu son cümleleri ile ayağa kalktı ve ruhunda öbek öbek dolanmakta olan siyah bulutların tesiri ile içindeki kaygıları sağmaya devam etti;

“Güneş er ya da geç hükmünü icra eder. Nitekim güneş, saklandığı yerden çıkıp gelince gece zail olur. Akıl gelince de nefsin hırs ve gurur perdeleri ardına kadar yırtılır. İslam’ın gür ışığının ortaya çıkmasıyla Arabistan Yarımadası’nda adalet ve merhamet iklimin hüküm sürmeye başlaması da bunun gibidir. Biz de kendimizi ve dünyaya ait tüm benliğimizi bu ışık sönmesin, sonsuza kadar hüküm sürsün diye tasadduk etmek için bu yola çıktık ve bunun için buradayız.”

Hüseyin, yüreğindeki geleceğe dair umutları tutuşturmakla kalmıyor biteviye harmanlamaya da devam ediyordu;

“Biliriz ki bu yolda para yok, makam ve mevki yok, rahat bir dünya yok. Olsa olsa dava vardır, dert vardır ve dahi çile vardır. Evet, ümidimiz yorulmuştur lakin takdir Rabbimizindir. Bu yolda başımıza bir musibet gelirse bundan ancak şeref duyar ve bu şerefle de Rabbimizin ve dedemizin huzuruna çıkarız. Yok Rabbim zafer nasip ederse de nice asırları aydınlatacak bir kandili de tutuşturmuş olacağız.”

Bu kez cümle hüzünlerini, kaygılarını ve telaşını uluorta serdiği yerden toplamış bir halde parmakları ile karşıdaki çadırları işaret ediyordu;

“Çünkü bunlar ve tabi oldukları günün muktedirleri, kendi yanlışlarını din adına meşrulaştırmak ve bu ışığı söndürmek için buradalar. Buna muvaffak olmak için de yalan, iftira ve her türlü entrikayı mübah görüyorlar.”

Vakit öğleyi kucaklamaya hazırlanırken, sohbet zihinlerde bıraktığı doyumsuz bir lezzetle sona ermişti ama gönüller konuşmaya devam ediyordu. Zira herkes, gönül yüküyle başbaşa idi şimdi.

HÜSEYİN İNZİVADA

Sohbetin hemen akabinde çadırına çekilen Hüseyin’den epeyce ses seda çıkmamıştı. Onun bu düşünceli hali Zeynep’in gözünden kaçmamış ve artık her an için olabileceklerin tedirginliğini şimdiden yaşamaya başlamıştı. Çektiği onca çile yetmiyormuş gibi şimdi de gerçekleşmemiş acıların ızdırabını en derinlerinde yaşıyor, olası felaketlerin tedirginliğiyle acılarını çoğaltmaya devam ederken diğerlerine belli etmeden için için ağlıyordu. Vaktin nasibini aramaya devam etse de, sezdiği ama ifade etmekten dahi korktuğu tehlikeli fikirler doluyordu zihnine.

Hüseyin ise çadırında düşünceleriyle kucaklaşmış bir ileri bir geri gidip geliyor, sanki evvelden ahire tüm çağları aynı noktada toplayıp birleştiriyordu. İnsanların riyası, ihaneti ve ortaya konan cehalet onu tenhalara itiyor, içinin bozkırlarına sığınmasına vesile oluyordu.

Çıktığı bu yolculuk sanki hiç bitmeyecek ve asırlarca sürecek bir yolculuktu. Bu yolculukta bir taraftan Hira Mağarası’nda alemlere rahmet olan dedesinin yanıbaşında soluklanıyor, öbür taraftan da tefekkürün sarp yokuşlarına tırmanıyor ve  zirveye çıkabildiği vakit ruhunu dinlendirebiliyordu.

O, dünyanın gelip geçici saltanatına değil sonsuza kadar sürecek ebedi bir saltanata sevdalanmış ve yüreğini bu sevda için mayalamıştı. Bu yüzden de hayatı boyunca sadece Allah’ın huzurunda secde etmiş, başka kimsenin önünde eğilmemiş; her ne olacaksa olsun kendisini Allah’ın muradına teslim etmişti.

Öyle ya dün ne yaşandı ise, bugün ne yaşanıyorsa, yarın ne yaşanacaksa Allah’ın iradesi ve muradıyla olmuyor muydu? Kendisi de tüm aile efradını yanına alarak bu murad için yola çıkmamış mıydı? İlahi tezgahta ilmek ilmek nakşedilen hayatta doğrunun da yanlışın da ilmeğini insan kendisine verilen akıl ve vicdan nimetleriyle atmıyor muydu? Öyleyse ya karşısına dikilen hainlerin tezgahında dokunan zulmün ve ihanetin bir parçası olacak ya da dedesinin izince, babası ve ağabeyinin vasiyetince onların haykırdığı benzersiz değerlerin bir parçası olacak ve Hayy olan Rabbinin iradesindeki muradında kaybolup gidecekti.

Zira nefsini kaybeden aslına ulaşacak, aslını kaybeden nefsinin kör kuyularında ışıksız kalacaktı. Bu yüzden olsa gerek ki onu ve aile efradını bu kupkuru çölde mahsur bırakan ihanet, vefa ve sadakatte ayrılarak öfke ve intikamda birleşiyor; bu kirli algıyla kendilerine verilen emirleri sorgulamadan yerine getiriyor; hakkı, hukuku, adaleti değil, emrinde alıştıkları gücün çıkarlarını esas alıyorlardı.

Bu düşünce sarmalı içinde bir taraftan ellerini semaya açmış “Allah’ım sana olan ahdimizde ve biatimizde bizi sabit kıl, yolundan çıkanları ve sapıtanları bizden uzat tut! Onursuz bir hayat yerine bize şerefli bir ölümü seç ve bizi seçkin kullarından eyle” diye dipdiri umutlarla halini ve gönlünü bozmaksızın dua ederken, öbür taraftan zihninin yine geçmişe dönen kuvvetli bir girdaba çekildiğini hissediyordu.

Rabbin rahmetini kaybetme korkusu ile O’nun rızasına mazhar olma arasındaki bu ikilemde gözleri iki çağlayan gibiydi. Gözyaşları, sakallarının arasından süzülüp dizlerine ve göğsüne yağmur gibi yağıyor; bir yanıyla bu kupkuru çölde bir damla suya hasretken diğer yanıyla sanki ummanlarda dalgalarla boğuşuyordu.

Bir eli geçmişte bir eli gelecekte olduğu halde yüreği sanki parçalara bölünmüş ve her bir parçası farklı farklı zamanlara bağlanmıştı. Evvelden ahire tüm zamanları yaşarken, belki de sadece kendisini yaşayamıyordu. Çünkü söz konusu “kendisi” olduğunda nefsi tamamen ortadan kalkıyor, yürek ülkesinde sadece tüm asırları kucaklaması gereken “doğrular” kalıyordu.

Rabbinin rızasına mazhar olmak adına çıktığı bu sıkıntılı yolda Rabbin rızasının tesellisi mi büyüktü, yoksa tüm aile efradının gözünün önünde büyükten küçüğe, çocuktan kadına hemen suyun yanıbaşında iken susuzluktan kavrulmasının acısı mı büyüktü? İdrak etmekte zorlanıyordu ama Allah, öyle bir denge kurmuştu ki bütün marifet o dengeyi kurabilmekteydi. O dengeyi yakalayan kemalini bulabiliyor, kendisiyle buluşabiliyor; kimbilir belki de kemalini bulabilen kimse o dengeyi yakalayabiliyordu.

Gülden kokuya, bahçıvandan toprağa, tohumdan dikene, kuyudan Yusuf’a, dertten dosta doğru tesbih tanelerince temsil vardı zihin duvarlarında. Çünkü iyilik iyilerle beraber arınıp toprağa gömülmüş, kötülük ise kötülerle birlikte tahtını kurmuş; arılık, duruluk, paklık, masumiyet, samimiyet ve devr-i saadet zamanındaki huzur gitmiş yerine pislik, düzenbazlık, madrabazlık gelmiş, ihanet binbir kılığa bürünerek karşılarına dikilmişti.

Zaman çok kısa süre içinde her şeyi değiştirmiş, yıkıp yenilerini kurmuştu. Fakat değerler ne kadar değişirse değişsin alemlere rahmet olan dedesi hiçbir fırtınanın yıkamayacağı sağlam bir miras bırakmıştı ve bu miras ebede kadar Rablerinin koruması altında idi.

Hüseyin bu tefekkür deryasında kulaç atarken ağabeyini her yerde arayan Zeynep, sonunda kendini çadıra atmış, içeri girer girmez gözleri kapalı bir şekilde oturan ağabeyini görünce rahat bir nefes almıştı. Hüseyin, dedesinin hırkasıyla bağdaş kurarak oturmuş, bir yanıyla içine itildikleri ihanetin ummanında kulaç atarken, diğer yanıyla da göklere akıp kendi miracını yaşıyordu.

Ağabeyinin yanında onunla aynı yolu yürümenin ve ona yoldaş olmanın onuruyla dopdolu olan Zeynep, kendinden adeta geçtiği için onu hiç farketmeyen abisini o halde sessizce izlerken gözleri buğulanmıştı.

Hüseyin , tefekkür halinden çıkıp gözlerini açtığında karşısında buğulu gözler ve endişeli bir yüz ifadesiyle Zeynep’i gördü. Zeynep sessizdi ama yüreğindeki hararetin yangını gözlerinden okunuyordu. Abi kardeş, sese minnet etmeksizin muratlarını anlatmayı ve başkalarının muratlarını anlamayı defalarca tecrübe etmişlerdi.

Kısa ama asırları kucaklayacak derin bir bakışmadan sonra Zeynep, dizleri üzerinde sürünerek yaklaşıp başını ağabeyinin göğsüne dayadı. Başını onun göğsüne bırakır bırakmaz derin bir nefes alıp verdi. Rahatladığı ve az önceki endişesini attığı her halinden belli oluyordu. Babasının da göğsüne başını koyduğunda aynı huzuru aldığı o mutlu günleri anımsayarak yeniden iç geçirdi ama yüzünde buruk da olsa bir tebessüm belirmişti.

“Canımın yongası” dedi Hüseyin kardeşinin elini avuçlarına alıp sımsıcak şekilde kavrarken;

“Kalbimiz, tohumun düştüğü toprak sayılır. Eğer kalp toprağı ilim suyu ve sevgi güneşiyle yoğrulur, bir de işten anlayan bahçıvan eliyle çapalanıp sürülürse tohumlar filize durur. Ardı sıra da ağaç haline gelir ve meyve verir. Biz bahçıvanlarımız olan dedemiz ve babamızdan Allah’a itaat etmeyi,O’nun rızasını kazanmayı, tüm musibetlere sabretmeyi ve bunların  tek tesellimiz olduğunu öğrendik. Bu tesellimizi gönül ağrılarımıza yastık yaparak kıyamda sebat edeceğiz. Zira başka bir şey bizi teselli edemez ve acılarımızı dindiremez.”

Derin bir iç çektikten sonra kelimelerin şahitliğine sığınmaya devam etti;

“İnsanoğlu kendisi için yazıldığı şekilde çekip gidiyor bu dünyadan. İnsanoğluna ihanet edenin vay haline! Hiç doğmamış olsaydı, bu onun için daha iyiydi”

 

Değerlendirmeler

Henüz değerlendirme yapılmadı.

“Kerbübela Romanı 4.cilt” için yorum yapan ilk kişi siz olun

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir