ÜLKESİZ ZİHİNLER
Bedenen burada yaşayan ama ruhen bu topraklarda yaşayan insanlarla da, bu topraklarda yaptığımız tarihle ve yeşerttiğimiz medeniyetle de zihnî, ruhî irtibatını tastamam koparmış olan; beraberinde zihnî felçleşmeyi ve rûhî körleşmeyi de yaşayan bir toplum çıktı ortaya.
İstisnalarımız olsa da zengin bir kültürel muhtevaya sahip bir medeniyetin üyeleri olarak kendi dışımızdaki toplumları, onların kültürlerini ve tarihlerini pek iyi bilmiyoruz. Belki de, kendi zenginliğimizin bize yeterli gelmesi bizi, 'dışarı' ile ilgilenmekten alıkoyuyor.
Ama kendimize sormadan da edemiyoruz, “elin oğlu nasıl başarıyor, ideal olanı nasıl yakalıyor?” diye.
Ben de kendime bu soruyu sorarken; idealizmin “uçukluk” diyerek hafife alındığı çağımızda, tam da bu satırları yazarken Nietzsche'nin 'Erdem nedir?' tartışmasında, Hegel'e verdiği cevabı anımsadım.
Hegel, erdem için "geçmişte yaşayan insanların şu anda yaşayan insanların önüne koydukları ödev ve yükümlülükleri yerine getirmek" tarifini yaptığında, Nietzsche'nin cevabı şu oluyor:
"Erdem, geçmişte yaşayan insanların şu anda yaşayan insanların önüne getirip koydukları bağlardan kurtulabilmek ve bağımsız olabilmektir."
Aslında her iki tanım da hakikatin bir ucunu ifade ediyor galiba. Hem öncekilere kulak vermek hem de kendi iradesinin önüne haksız ve gereksiz yere konmuş sınırları kaldırmaya çalışmak, ferdin tutması gereken yol olsa gerek.
Peki, idealizm bu tanımlar içinde nerede kalıyor?
Ben bu soruya yanıt olarak, “irademizin önüne konmuş toplumsal sınırlamaları yeri geldiğinde tam tersi yönde hareket ederek kırabilmeyi sağlayacak vicdanî temel üzerine kurulmuş bir hayal gücü inşasıdır” diyeceğim.
Madem “hayal dünyası” dedim, oradan devam edeyim;
Büyük bir ev hayal edelim ama bu ev çok karanlık olsun ve ülkemiz kadar da büyük bir ev olsun. Ülkemizde yaşayan insanlarımızın her biri de bu evdeki büyük bir avizenin ampulleri olsun. Bütün ampullerin hep birden parladığını ve hiç sönmeden yandığını düşünelim.
O zifiri karanlık içinde böyle bir manzaranın seyri ve hayali bile ne kadar güzel değil mi?
Sizce her birimiz bu karanlığın aydınlanmasına ne kadar katkı sağlıyor; yanmayan ampullerin yanması için ne yapabiliyor, yaşadığımız çağın karanlığa boğulan vicdanları ne kadar aydınlatabiliyoruz?
Avizedeki her ampul; halkı için ışık saçan birer fener, her bir fener de ister bir eve, ister bir okula, ister bir kuruma, ister dar bir sokağa, ister bir meydanlığa ya da bir kasabanın dışına konulmuş olsun, mutlaka bulunduğu yeri aydınlatmalı değil miydi?
Öyle ya, “sorumlu benim, sorumluluk bende” diyebilmek özne, “suçlu arama” kolaycılığı ya da “kurtarıcı bekleme” acziyeti ise nesne karakteristiğidir ve sanırım biz özne olmanın bedelini ödemekten çekindiğimiz ve içimizdeki karanlıkları aydınlığa boğamadığımız için etrafımızı aydınlatamıyoruz.
Oysa suyun kaynağına gidin; ilk yarım asırda tüccarların ticarî faaliyetleri sırasında sergiledikleri yüksek ahlâk, fazilet, adalet, hak-hukuk, infak, dayanışma, kanaatkârlık, fedakârlık, paranın değil sembolik sermayenin yani araçların değil amaçların öncelenmesi; İslâm’ın bir söylem değil eylem, yaşam biçimi olduğunu; bu yüksek ahlâkın bir yandan İslâm’ın hızla yayılmasını sağladığını, öte yandan da farklı kültürlerle, coğrafyalarla, düşüncelerle, inançlarla besleyici bir temasın, alış-verişin gelişmesine imkân tanıdığını göreceksiniz.
Ancak, günümüzde özellikle üçüncü ve dördüncü endüstri devrimleriyle birlikte, “teknoloji” küreselleşti ve sınırları ortadan kaldırmayı başardı.
Bu başarı ekonominin de kültürün de ülkesizleşmesini sağladı ve zihinler ilk nefes aldığı toprakların dokusuyla ve ruhuyla varoluşsal bağlarını yitirerek küresel sistemin, güç odaklarının çıkarlarını koruyacak, pekiştirecek kadar ilkesizleşti.
Ülkesizleşme ve ilkesizleşme yalnızca ekonomi ve kültürle mi sınırlı kaldı; hayır tabi ki! Aynı hızla zihnî bir ülkesizleşme, ilkesizleşme, yersizleşme ve yurtsuzlaşma da yaşandı.
Batı’ya açılmak, lokal sınırların aşılması, küresel ölçekler kazanmak ve başka dünyalara ulaşabilmek, Gadamer’in deyişiyle “ufukların buluşması” gibi bir zenginleşme ve derinleşmeyle sonuçlanmadı; aksine Batı’ya açılmak, Batı’ya kapatılmakla son buldu..
Zihnin ülkesizleşmesi; kültürü ve değerlerinden kopuk bir neslin türemesi; varlık nedenini, yerini terketmesi, iddialarını yitirmesi; ilkesizliğin, dilsizleşmenin, yersiz-yurtsuzlaşmanın, yön ve yörünge yitiminin hayat bulmasıyla sonuçlandı.
Yani bedenen burada yaşayan ama ruhen bu topraklarda yaşayan insanlarla da, bu topraklarda yaptığımız tarihle ve yeşerttiğimiz medeniyetle de zihnî, ruhî irtibatını tastamam koparmış olan; beraberinde zihnî felçleşmeyi ve rûhî körleşmeyi de yaşayan bir toplum çıktı ortaya.
Tarihte müslümanların geliştirdikleri tarihin tanık olduğu ilk küreselleşme tecrübesinde, İslâm medeniyetinin başka medeniyetlerden, başka medeniyetlerin de İslâm medeniyetinden beslenebildikleri verimli ve inşacı bir tablo göze çarparken; İslâm medeniyeti, iki asırdır ikinci büyük varoluşsal bunalımını yaşadığı için; andığım küreselleşme süreci, müslümanların ufuklarının genişlemesine değil, zihinlerinin, kültürlerinin, ekonomilerinin ülkesizleşmesine, ilkesizleşmesine, dolayısıyla İslâmî duyarlıklarının hızla aşınmasına yol açtı, açmaya da devam ediyor.
Göremiyoruz belki ama, “küreselleşmenin mimarı güçler” Ortadoğu’ya sadece petrol ve doğal gaz yataklarını kontrol etmek için değil; küresel sisteme boyun eğmemekte direnen İslâm’ı dönüştürmek, müslüman toplumların direniş ve diriliş ruhunu yok etmek için var güçleriyle çöreklenmiş durumdalar.
İnsana, tabiata, dünyaya saldıran batı uygarlığının yaşadığı ontolojik felâket; işte bu sayede Ortadoğu’da kök saldı. Araç, özellikle de güç üreten araçlar, amaç hâline getirildi. İnsan amacını yitirdi, araçların kölesine dönüştü ve hayat mekanik, ruhsuz bir güç mücadelesi arenası olup çıktı.
Bu yüzdendir ki; bugün koca İslam coğrafyası yüzde yetmişbeşi aşan 35 yaş ve altı genç nüfusuna rağmen toplamda bir Almanya kadar ekonomi, bir Japonya kadar bilim, bir İsviçre kadar inovasyon üretemediği gibi dünya nüfusunun %27’sini oluşturmasına rağmen mevcut katma değerin sadece %7’si üretebiliyorlar.
Yani yaşadığımız başdöndürücü küreselleşme sürecinde; sorumluluktan kaçıp “özne” olmaktan vazgeçmemiz; içtihadın kapısına kilit vurmamız; eleştirel düşünmeyi terk etmemiz; sorgulamayı ve itiraz etmeyi unutmamız; bilim, kültür ve sanat üretmeyi durdurmamız; adalet, özgürlük, ahlak ve onur arayışına son vermemizin sonucu olan bu tablo; tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar yeni bir düşünsel devrime, görkemli bir tefekkür patlamasına ve köklü bir zihinsel dönüşüme ihtiyaç duyduğumuzu ve yukarda andığım “erdem” kavramının altını nasıl doldurmamız gerektiğini işaret ediyor.
Çünkü bugün; yüzlerce yıl süreyle eğitim, bilim, kültür ve sanat adına dünyanın en yaratıcı ve en özgür bölgesi olan; en güzel şehirleri kuran, en fazla bilim üreten; fizik, kimya, biyoloji, tıp, astronomi ve optikte çığır açan keşif ve icatlar yapan bir mirasın sahipleri olarak üstad Cemil Meriç’in ifadesiyle “aslan medeniyeti iken, tilki uygarlığına yenik düşmüş” durumdayız.
Sahip olduğumuz manevi dinamikler artık aklımızı ve entellektüel kapasitemizi harekete geçirmiyor, sadece duygularımızı ateşliyor. Bu dinamiklere tutulan yanlış odaklı aynalar ve yapılan operasyonlar yüzünden entellektüel kapasitemiz, zihni melekelerimiz altüst olmuş durumda. Daha düne kadar, yetmiş iki milleti bütün farklılıklarıyla bir arada yaşatmayı başarabilmişken, bugün farklılıklarımızı yönetmede bile açık bir başarısızlık içindeyiz.
Üniversitelerimiz bilim üretemiyor, okullarımız eğitim veremiyor, cemaatlerimiz insan yetiştiremiyor, siyasetimiz devlet adamı yetiştiremiyor.
Bu nedenle de suç, intihar, boşanma ve uyuşturucu kullanma oranlarımız her geçen gün hızla artıyor. İnancını “güzel ahlâk” üzerine bina eden ve ahlâkın timsali olması gereken İslâm dünyası, yüz binlerce insanı hapishanelerde tutarak “güvenlik sağlamaya” çalışıyor. Uluslararası verilere göre İran ve Türkiye gibi ülkelerdeki mahkûm sayısı İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkelerin 2-3 katına çıkmış durumda iken; Irak ve Suriye gibi ülkelerde insanlar hapsedilmeye bile gerek duyulmadan doğrudan infaz ediliyor. Coğrafyamızda din adına şiddet uygulamak ve çirkin tiranlıklara öykünmek marifet halini aldı.
Bu sayede de farkında mısınız bilmiyorum ama artık göğsümüzü gere gere “Huzur İslam’da” diyemiyoruz. Çünkü insanlar çıkıp soruyor; “madem huzur İslam’da, siz neden huzursuzsunuz?” diye!
İşin daha kötüsü ise bu gidişi durdurmak ve tersine çevirmek bir yana; henüz durumu doğru tespitten bile uzağız. Müthiş bir enerji var; ancak, bu enerji doğru mecralara akıtılamadığı için içten içe çürüyor ve yazık ki çürütüyor. Bir şeyler yapmak adına yola çıkanların kahır ekseriyeti ise bu kalabalığın akacağı mecralar oluşturmak yerine işin kolayına kaçıp bu kalabalığın sayısını daha da artırmaya odaklanmış halde.
Çünkü sorunumuzun, “güce sahip olamama” sorunu olduğunu zannediyor; neredeyse ikibuçuk asırdır, güce, güç üreten araçlara sahip olduğumuz zaman bütün meselelerimizi halledeceğimizi düşünüyoruz.
Peki ne yapmalıyız?
Ölçümüz, insanın iç ve dış dünyasını anlamlandıran, hayata anlam, değer, derinlik ve ruh katan hakikat olursa başarabiliriz. Ben buna tüm zerrelerimle inanan biriyim. Zira güç ve güce tapma; sekülerleşme, konformistleşme, ruhsuzlaşmadır.
Nasıl bir hakikat?
Herkes için, her kesim için güven adası olduğumuz, olmamız gerektiği hakikati. Çünkü dünyayı maddî ordularla değil, ceddimizin bin yıl boyunca yaptığı gibi manevî ordularla; her hâl ve şartta hakikatin izini süren, hayatın her alanında hakikatin, adaletin, hakkaniyetin inşa edileceği, herkes için güven adası sunabilecek manevî güçle fethedebilirsiniz.
İşte bu yüzden muhtaç olduğumuz bu hakikate ulaşmanın, bu sürece dur demenin yolu; toplum, coğrafya, inanç ve kültür karşısında özne olduğumuzun farkına varıp yeniden sorumluluk almaktan; birlik, kardeşlik ve bütünleşme ortamını korumak ve pekiştirmekten; farklılıkları kaşımamak, asgarî müştereklerimiz üzerinde yoğunlaşmaktan geçiyor.
Yani zaman, yeniden yola çıkma; güneşin altındaki yerimizi alma; yeniden kendi küllerimizden doğma; yeniden insan adına, hayat adına, adalet ve özgürlük adına; ahlak ve onur adına; bilim ve sanat adına konuşmak, tartışmak, inisiyatif alma zamanı. Artık zaman, aldığımız her nefesi; toprağın yeniden uyanması, gün ışığının bulutları yarması, yağmurun ansızın boşalması gibi; ne düşüneceğinden çok nasıl düşünüleceği üzerine; peşin kabullenmelerden çok eleştirel düşünme üzerine; ezberlemekten çok keşfetme üzerine, modellerden çok değerler üzerine, tanımlamaktan çok tanıma üzerine, cevap vermekten çok soru sorma üzerine; tüketmekten çok üretme üzerine, benden çok biz üzerine; geçmişten çok gelecek üzerine, nasıldan çok niçin üzerine bina etme zamanı.
Çünkü; içinde yaşadığınız çağı tanıyamazsanız, tanımlanırsınız. Tanıyamadığınız bir çağı hem değiştiremezsiniz, hem de değiştirme iddiasında bulunamazsınız.
Bunun için de çaplı insan yetiştirmeye, insan yetiştirebilmek için de güçlü, köklü, ufuk açıcı eğitim modelleri inşa etmeye; toplumun suyun kaynağındaki gibi bir manevi zihne, zemine ve zamana kavuşması için gecelerimizi gündüz etmeye ihtiyacımız var.
“Erdemi” bulabilme temennisiyle…