DİRİLİŞ ROMANI'NIN 3. VE SON CİLDİ
Bu eser yazım sürecindedir.
Çok Özledim
Hatice, o gün epeydir rutin hale getirdiği öğlen uykusundan oldukça neşesiz kalkmıştı. Görünürde bir sıkıntısı yoktu. Ama sanki görünmeyen bir el yüreğinin bütün neşesini sağarak götürmüş, kalbinde vaktiyle dem tutmuş sevdası ona ezeli bir yalnızlığı miras bırakmıştı.
Yasemin’in doğum yapmasının sevinci, Tuğba’nın yakalandığı amansız hastalığın gölgesinde kalmıştı. İlaçlarla başlanan rutin tedavi devam ediyordu ama, Tuğba gün geçtikçe gözlerinin önünde adeta eriyordu.
Istırap ve elem içinde geçen günler, genç yaşına rağmen saçlarına aklar düşürmüş, hatıraları teselli hükmünü kaybetmiş, hayalleri ise artık oldukça bezgin hale gelmişti.
Her ne kadar, “her şey Allah’ın emrinde” dese de sanki ötelerden bir ses bekliyor, ruhunun kavrulan yalnızlığına, benliğinin kuraklığına azıcık da olsa yağmur bekliyordu. Beklediği olmayınca da günün en umulmadık anlarında ard arda yaşadığı onca şeyin hüznü ruhunu boydan boya sarıyor ve yaşama sımsıkı tutunduğu umut bağlarını gevşetiyordu.
Beyazları iyiden iyiye kirletilmiş bu çağda özellikle duaya yaslandığı vakitlerde iç dünyası, kuşatılması imkânsız bir kaleye dönüşüyor; ama ne zaman bir kötülükle, zulümle, haksızlıkla karşılaşsa, işte o vakitler bütün dünyası yeniden alt üst oluyor ve kendini, yaşadığı zamana bırakılmış bir ‘yanlışlık gibi’ hissediyordu.
Zira yaşadığı çağın insanı, eşyasıyla birlikte ruhunu da moda rüzgârına kaptırmış ve hemen her taraf, inançlarını sahte bir hevesin mahmur görüntüsünde katlettiren insanlarla dolup taşmıştı.
Yanlışa yönelmiş insanlık, artık sükut eden ahlâk, sonra devreye giren ekran ve düğmelerle yitirilmiş bir şuurun marifeti, yeryüzünü adım adım mahşere çeviriyor; rahatlık ve tüketim çılgınlığı ile tıkanan idrak damarları müspet bir geçişe imkân vermiyordu.
Bilmeden, görmeden, anlamadan, öğrenmediği vasıfları araştırmadan nefret eden; eşyanın ve insanın ruh derinliklerine inmeden sadece gördükleri veya duyduklarıyla reddiyeler sunan, ısmarlama ya da kulaktan duyma taklidi bir kültürün, “din” diye sunulduğu alışkanlık geleneği, hemen her karışı adım adım istila ediyordu.
Bu yüzden olsa gerek, kıyıda köşede kalan bütün keder ve pişmanlıklarını, yaşanmışlıkları ile yoğurup gün ışığına çıkarıyor ve bunlarla meşgul oldukça da, ruhunu daha büyük bir yalnızlığa itiyordu.
Çevresinden de yavaş yavaş kopmuş, Yasemin ve Tuğba dışında kimseyle görüşmez olmuştu. Çünkü kötülüğe ve kötülere şahit oldukça, beynindeki binlerce çakılmamış kibrit çöpü sanki alevleniyor, ruhunun kirlendiğini hissediyor, dünyanın bütün yanardağları, lavlarını beynine püskürtüyor gibi ıstırap çekiyordu.
Ama yalnızlığı derinleştikçe zihni berraklaşmış, algılarının kapısı ardına kadar açılmış; o güne dek düşünmediği, düşünmeyi ertelediği pek çok şey, yürek ülkesine koşup gelmişti.
Bu tür vakitlerde değirmen taşında öğütülen buğday taneleri gibi acı çekiyor; iç dünyasında bu buruk acıların iniltileri açığa çıkıyor; hatıralar, gözlerinden silinip uzaklaşıyor, yerini korkunç kabuslara terk ediyordu.
Hiç anımsamadığı, bir kenara kaldırıp attığı bunca yaşanmışlığın nasıl olup da hafızasının kuytularında gizlendiğini ve bunca yıl nasıl da böyle sinsi bir şekilde saklandığına inanamıyordu. Sanki zaman, hafızasında vasfını yitirmiş; kafasında acı ve tatlı anılarından işlenmiş hatıra kırıntılarıyla yaşıyordu.
Tüm bunlar, gecelere olan dostluğunu hayli artırmış; hemen her gece gözlerine kum kaçmış gibi uykuya girmekte zorlanır hale gelmiş, dalınca ise kendisini karmakarışık rüyalarla kan ter içerisinde uyanır halde bulmaya başlamıştı. Gelecek, sanki onunla acı bir sonu fısıldıyormuş gibi gaybi sedalarla irtibat kurmaya çalışıyordu.
Zihninde yeniden biriken kederlerinin hâkim olduğu iç alemindeki bu yorucu alışveriş ile kaygıları yeniden korkulara dönüşmüştü. Ruhunu kıskıvrak saran bu anlamsız kasvet, benzini soldurmuş, bünyesindeki hararet ise yüreğindeki yangını artırıyordu.
Demlenen acılarına eklediği içli ve derin bir solukla, oturduğu yerden kalktı ve pencereye yöneldi. Mevsim; çiçekleri soldurmuş, sarı, buruşuk yapraklar hüzün verici bir ölgünlüğün halini resmediyordu.
Kafasını kaldırıp göğe kümelenen kara bulutları görünce şevki iyice kırıldı. Simsiyah bulutlar, iç huzursuzluklarının kabusu andıran perdesini çekmişti sanki. Zira havanın olanca kasveti, etrafı karanlığa boğmaya karar kılmış bir cellat gibi dolanıyor; rüzgâr ise dört bir yana yaydığı uzun kollarıyla her tarafı olanca gücüyle kırbaçlıyordu.
Nitekim az sonra, göğün kavga sesleri yere balyoz gibi inmeye başlamış; gök, simsiyah elbiselerini giyinerek yere inmiş; şimşekler ve onu takip eden gök gürültüleri yeri göğü inletirken; gök, bütün hüznünü yeryüzüne boşaltmaya, dünyanın bütün kir ve pasını temizlemeye ant içmiş gibi şiddetli bir yağmur yağmaya başlamıştı.
Belki şimşek parıltısından kopan bir kıvılcım, yağmurdan akacak iki damla ile ruhumun fitilini tutuşturur, içimdeki karanlığı aydınlığa boğarım umuduyla balkona attı kendisini. Zira içinde bambaşka bir savaş, dışarda ise apayrı bir telaş vardı.
Burnunun direklerini sızlatan toprak kokusuyla göğsünün orta yerine kurulan mahşer, bir kıyamet kavgasının fitilini ateşlemek üzere gibiydi.
Başını göğe kaldırmasıyla birlikte, ruhu büzüldükçe büzüldü. Gözleri, yüreğinde kurduğu mahkemenin hükmü ile gittikçe yaşarıyor, biriken iri iri yaşlar bentlerini yıkmaya çalışıyordu. Çok geçmeden de elini yüzüne kapadı ve gözlerindeki bendi serbest bıraktı.
Gözyaşları yağmura eşlik edercesine yanaklarını ateş gibi yakıyor; bu yangını hıçkırıkları daha da körüklüyor; zihnini döven kelimeler, ışıksızlıktan çatlamış ruhunun yarıkları arasından geçerek yüreğine gümbür gümbür dua sağanakları boşaltıyordu.
Dudakları hararetten kurumuş; az önce bedeninden sökülen ter, soğuyup yapışkan bir sıvı haline dönüşmüş ve nefesi kesilecek gibi derinleşmişti.
Ezan sesinin yeryüzüne ilahi bir ninni gibi yayılan, ölü yürekleri uykusundan uyandırmaya çalışan akisleri ile birlikte tahammül duvarı yıkıldı ve iradesinin zincirleri yüreğinden firar eden taşkınlarla koptu;
“Rabbim” diyebildi, titrek ve buram buram hüzün kokan bir sesle.
Yüreğinde dindiremediği özlem, içine doğru derinleşen, derinleştikçe rengini solduran, yüreğine burgu gibi işleyen pençesiyle el attı. Zihnindeki çalkantı, tayfunlar ve kasırgalar kadar azgındı. Bu yüzden ne yaptıysa da sözün ötesini getiremedi. Deminden beri zihnini döven ve hasret kokan onca kelime bir anda kaybolup gitmişti sanki.
Islak gözleri boşlukta asılı kalmış bir halde, iki dudağını büzerek “çok özledim” diyebildi sadece ve dudakları istemsiz bir şekilde tekrar tekrar aynı cümleyi kurdu;
“Çok özledim Rabbim, çok özledim”
Yüreğinden kopan bu amansız sedayı kaç kez tekrar etti anımsamıyordu ama omzuna dokunan elle irkilip zihnindeki zaman şeridinden koptu ve aynı hızla arkasına döndü;
“Kimmiş o çok özlediğin?”
Babası Selim Bey, evdeki görevliler onu duymayınca balkon kapısını kapatmak için gelmiş ve Hatice’yi orada görünce izlemeye koyulmuştu.
Öteden beri yağmuru ve yağmurlu havaları çok seven Hatice, babasını görünce mahcup bir halde zoraki tebessüm etmişti ama Hatice’nin tebessümünün arkasına gizlenmiş hüznü okumak, Selim Bey için zor olmamıştı.
Hatice, babasının karşısında büyük bir suç işlemiş gibi kıvransa da, yaşarmış gözlerinde çağıldayan bir nehrin parıltısı yansıyordu. Babasının gözlerinde daha fazla tutunamamış ve utancından gözlerine farklı bir istikamet bulmuştu.
Selim Bey, pek tabi ki kızının kimi “çok özlediğini” iyi biliyordu. Yanına yaklaşıp alnına sıcak bir öpücük kondurdu ve ellerini avuçlarının içine aldı;
“Canımın içi” dedi, “karda gizlenmiş baharı göremeyenler, büyük sevdalara yelken açamazlar. Vaktine bahar düşmesini istiyorsan, sadece sabredeceksin! Sabrı fısıldayan kudret, elbet ki vaadinde duracak ve yorulan umudunu şahlandıracaktır! Tüm çabalardan sonra olmuyorsa, bil ki kader hakimdir ve bize düşen şey sadece sabır makamıdır!”
Teselli kokan bu kelimelerle, gözlerini taze bir buğu tabakası ile koyu bir hüzün kaplamıştı Selim Bey’in. Bunu kızına göstermemek için o da kafasını çevirmek zorunda hissetti ama aynı hüzün, ses tonuna da yapışmıştı;
“Bilirim, insan kendinin gurbetine çıktığında, işte orası en koyu yalnızlıktır. Ancak o koyu yalnızlığa sevgi ve dikkatle baktığında sabır kapısı açılıyor. O kapıdan içeri girebildiğinde ise çiçekler yeniden kokmaya başlıyor, gökyüzü adeta içine doluyor ve yüreğindeki o dayanma gücü seni artık istediğin her yere taşıyor. Hayat dediğimiz şey de bu işte. Bir gül gibi sadece zamanı geldiğinde açıyor yapraklarını. Her durumu kontrol edemediğimizi, her savaşı kazanamadığımızı fark ettiğimizde, yani aciz olduğumuzu kabul ettiğimizde başlıyor teslimiyet.”
Hatice; saklayamadığı hüznünün mahcubiyeti bir tarafa, babasının az evvel gönlündeki yangına tercümanlık yapan cümlelere kulak misafiri olmasından oldukça utanmış bir halde başını önüne iyice eğmişti.
Bu mahcubiyeti sezen Selim Bey ise, kafasını yeniden kızına dönüp, ellerini avuçlarında daha bir sıkı sardı ve devam etti sözlerine;
“Birini beğenmek, ona gönül vermek, bedeninin ayrılmaz bir parçası gibi onu kendi içinde, yüreğinde hissetmek, vefat etmiş olduğunu bildiği halde onun ölümünü kabullenememek ve sürekli onu soluklamak, biliyorum ki tesadüfün işi olamaz ve bu, ilahi bir yazgının işi. Bu yüzden gayem, sendeki imkansızı sorgulamak değil. Zira seninki gibi vefakâr bir gönül sahibine rastlamak, herkese nasip olmayacak bir nimet. Kim bilir Mustafa nasıl bir tohum ekti ki, kaderin ve kalemin sahibi bu tohumu senin yüreğinde “vefa” olarak yeşertti. Ama ben bir babayım ve günden güne gözlerimin önünde bir mum gibi erimeni kabullenemiyor gönlüm.“
Hatice, elbisesinin içinde adeta büzülüp kalmıştı. Kafasını kaldırıp babasının yüzüne bakamıyor, gönül mahzeninde hapsettiği sırrın, çehresinde biriktirdiği koyu yalnızlığın hüznünü saklamaya çalışıyordu ama içinde uyuyakalan bütün hüzünleri ayağa dikilmiş ve gözlerinden yaş olarak yanaklarına yeniden akmaya başlamıştı.
Kısa bir sessizlikten sonra mahcup bir ses ve hazin bir duygusallık içinde cevapladı babasını;
“Belki edepsizlik edeceğim, beni affet babam. Lakin insanda vefa duygusu varsa, koklamakta olduğu çiçek elinde solsa dahi, onu bir kitabın arasında saklar ve ayak altında kalmasını istemez babam. O solgun çiçeğin kuru yapraklarının dahi yerlerde sürünmesi o çiçeği uzatanın ruhunu mahzun eder diye düşünür ve ürperir. Bilirim ki; ancak böyle bir vefa, sevdanın eskimesine izin vermez.”
Buğulanan bakışları, gözlerinde ürpeten esintiler yaratmış; sesi ise iyiden iyiye titremeye başlamıştı;
“Biliyorsunuz ki Mustafa, her rüzgârla birlikte öteye beriye savrulan, hazan yaprakları misali yertsiz yurtsuz, ipsiz sapsız bir adam değildi. Ben O’nun öldüğü gün sanki bir gecede büyüdüm ve onun şehadet haberini aldığım gece Rabbime ‘geri dönülemez’ bir ahit verdim babam. O ahdi verdiğim günden bu yana kendimle hiç kimselerin bilmediği çok çetin bir muhasebe içine girdim, kendimi çok sorguladım ama gördüm ki “Vedud” kalemi ile yüreğime nakşedilen bu sevgi; içimde azalmadı, aksine her geçen günle daha çok arttı ve gönül iklimimdeki bu beraberlik, beni ebedi bir buluşmaya davet etti. Onun yokluğu, az önce senin de gördüğün gibi, beynimin hayali fotoğraflar çekip hafızama asmasıyla zaman zaman ruhumu tırmalıyor, beni yara bere içinde bırakıyor olsa da imdadıma ahdim ve bu ahde duyduğum inanç yetişiyor.”
Artık çehresini kuşatan ıstırap, ses tonuna tam anlamıyla eşlik ediyordu;
“Mustafa’yı sonsuzluğa uğurladığım günden beri kanatlarımın tüyleri hemen her gün tek tek dökülse de ben, ondan başkasına gönül kapımı açmayacak, tüm duygularımı onu soluyarak tüketeceğim. Evet, sesime cevap verecek bir ses, ruhumu onda seyredeceğim bir yüz yok ve ben, koca bir insan çölünün ortasında kimsesizim. Ama Mustafa yaptığım, yaşadığım her şeye anlam katan biri olarak benim bu dünyadaki hem ödülüm hem imtihanım oldu. Çünkü ben, masumiyeti bozulmamış duyguların bekâretini ilk onda hissettim. Hicabın rengini onun utanan çehresine dökülen kızartılarda fehmettim. Kirletilmemiş duyguların masumiyetinin o efsunlu gücünü onun bakışlarındaki durulukta yudumladım. Tüm bunların ümidimi besleyerek bana kanat takışını hissederek yaşıyor ve ona kavuşacağım günü dinmez bir özlemle bekliyorum.”
Sitem dolu ıslak gözler, alınganlık kuşanan beden dili, sesindeki titreme ve hassasiyet, istemese de ruhunun nasıl üşüdüğünü ele veriyordu;
“O yok diye ben yaşıyor olmayı üzerimde bir suçmuş gibi taşıyor olsam da, bütün yolların bitişe bağlandığına iman ettiğimiz şu dünyada, kendi içime eğildiğimde görüyorum ki; ümidimi diri tutan, bu ahde olan vefam ve o vefamın ruhuma nakşettiği el değmemiş bakir duygularımın masumiyetidir. Evet, adanış isteyen duygularım yaralı! Ruhumu ıstırap kabında eriten özlemimin vurgunu, serçe kadar yüreğime ağır geliyor ama o ruhu besleyen ve diri tutan şey, ona kavuşacağım güne olan sarsılmaz inancımdır.”
Kafasını, babasına sağdığı yürek sancısının mahcubiyetinden bir kez daha başka bir istikamete çevirmiş, ama aradan geçen onca süreye rağmen, ona ‘ilk defa açılabilmiş olmanın’ buruk sevinciyle yüzünü ince bir ter tabakası istila etmişti.
Bu buruk sevincin gücüyle ve aynı titrek ses tonuyla sözünü tamamlama ihtiyacı hissetti ama, yüreğindeki onulmaz hasretin notalarını vefa yüklü nağmelerle dillendirmeye çalışan o ses, adeta kanıyordu;
“Gözlerimin mahkum kaldığı üç beş fotoğraf karesindeki o saf, o masum ve duru bakışların dünyasına arzularımın izdüşümünü nakşetmeye hakkım var mı bilmiyorum ama sanki kâinatın mayası olan sevgi, gönüller birbirlerine ebedileşme sözü verdiğinde ve buna sadık kaldıklarında anlam yükleniyor babam. Çünkü, ancak bu anlamın yeşerttiği tohum, ebediyette filiz veriyor. Kim bilir, ben belki de bugün yüreğimi kavuran hasret gözyaşlarımla bu tohumu suluyorum. Zira biliyor ve inanıyorum ki ancak böyle bir teslimiyet, ruhumu gaybın bağışlarına açacaktır. Evet, çağımız insanı için vefa artık tarih oldu ama, benim için Mustafa ömür demekti ve ben onun gidişi ile birlikte ömrüme yüklediğim tüm anlamları da onunla birlikte uğurladım.
Evet, dünya hayatına noktayı koyduğu günün üzerinden koskoca beş yıl geçip gitti. “Bir ömürde iki hayat” yaşamıştı ve şüphe yok ki dünya hayatının bittiği yerde sonsuz bir hayat başladı onun için. Ama ben yine de telefonumun hafızasından numarasını silmeye kendimi ikna edemedim. Hayatıma şifalı dokunuşlar taşıyan, yüreğimi titreten, ruhumu ateşleyen sesinin eksikliğini hemen her gün hissediyorum. Muhtemel ki, onu seven herkesin hayatında buna benzer bir 'azalma' oldu. İnanıyorum ki hasretimiz hayırlı bir dua olacaktır onun için. Lafın kısası babam, ben son nefesime değin buram buram efkâr tüten bir gönlün sahibi olacağım.”
Sıra; babasının, zaman zaman ev ahalisine, zaman zaman ise arkadaşlarına gıyabında fısıldadığı konuya gelmişti. Zira babası, Hatice genç kızlığa adım attığı günden bu yana, hep torun hayalini diri tutmuş, torun sahibi akranlarını gıpta ile izlemişti.
Bunu bilen Hatice’nin sesi ise beklediği zamanı yakalayabilmiş olmanın heyecanıyla az öncekine inat daha gür çıkıyordu.
Kömür karası gözlerindeki masumiyet, bakışlarındaki anlamı derinleştiren ürkeklikle gözlerini babasının gözlerine bir süreliğine misafir bıraktı. Ama orada çok kalamadı. Dudakları ise kesin bir itirazı barındırıyordu;
“Benim hakkımdaki endişenizi tabi ki anlıyorum. Ama kalbimdeki bu hüzün dinmeyeceği ve bu hasret yumağı azalacağına her geçen gün büyüdüğü için; kafanızdan geçirdiğinizi sandığım ve bu sanrımın sağda solda dile gelip kulağıma doluştuğu eyleme kalkışmam ve bir başkasının vebalini almam mümkün değildir. Evet, sevgi kendini hissettirmeye başladığında o sımsıcak duygusu çok farklı. Herşey müşfik ve şefkatli bir iklimde tomurcuklanıyor. Ama sonunda kendine esir edip bırakıyormuş meğer.”
Duygu sağanağının buhar buhar kaynaştığı gözleri, babasını görmekte zorlanmasına sebep oluyordu artık. Puslu bir görüntünün engeline takılan babasının simasını zor seçse de sözlerini tamamlamak için zorladı kendini;
“Gayem, geçmişin türbedarlığını yapmak tabi ki değildir, ama siz de bilirsiniz ki koşulsuz sevgi ve bu sevgiye bağlı hatırlayışın olduğu yerde ruha ölüm yoktur. Çünkü yokluğu hissetmek, varlığı taçlandırır. Bu yüzden iman ediyorum ki; yüreğimize bu hüznü eken ve hüzünlü gönüllere ikramı seven ölümsüzlüğün sahibi, bizim suskunluk ve sabrımızı kendi rahmetiyle ödüllendirecek, yüreğimizde yaktığı ümit kandillerinin son nefesimize kadar sönmesine izin vermeyecektir.”
Sözü biter bitmez, babasına uzun süredir söylemek istediklerini söyleyebilmiş olmanın verdiği rahatlık, ama az önceki tablonun mahcup tavrıyla, ıslak gözlerini babasının gözlerine yeniden kenetledi ve hiç ayırmadan bir süre gözlerinin içine baktı.
Seçkin bir müzenin en nadide parçasını anlatıyormuşcasına mühim bir edayla “içimdeki yangın asla küllenmeyecek” mesajını veren bu derin bakışma, aynı zamanda Selim Bey’e Hatice’nin gönül evinin şifrelerini de vermiş oluyordu. Zira Hatice’nin sadece bakışları değil, beden ve gönül dili de ısrarla aynı besteyi yapmakta oldukça kararlı bir portre çiziyordu. Evet, her cümlenin nokta isteyen bir sonu vardı ve Hatice’nin ömrünü yasladığı bu cümle, henüz bitmemişti.
Kimbilir, belki de haklıydı Hatice.
Ak ile kara öyle bir hale gelmişti ki, ihanet ararlarsa hain de çoktu, vefa ararlarsa ehli vefa da. Sırf bu yüzden de sevdasını yüreğine, vefasını beynine yazmış ve hafızasına bu vefadan seçtiği kareleri verdiği sözün sadakatinden güç alarak ilmek ilmek nakşettiği bir müze kurmuştu. O müzenin mahremiyetine el sürdürmemekte de oldukça kararlı bir şekilde belirsiz bir vakte kadar gönül frenine basmayı tercih etmiş; sevdasını ilk günkü masumiyetinde gönül mahseninde hapsettiği kirletilmemiş duyguların deminde beklemeye almıştı.
Duyguların ve ruha haz veren imrenilesi bir vefanın iklimindeki bu mecburi bekleyişin efkârından olsa gerek, gözleri sürekli bentlerini yıkıyor, tespih tanesi gibi yaşlar bütün sıcaklığı ile şakaklarına akıyordu. Yine bu yüzden olsa gerek ki, bu hazin gönül hikâyesi buram buram hüzün kokan gözlerine en koyu izlerini bırakmıştı. Ama bu yorgun ve bitkin haline rağmen, kaderine boyun eğmişliğin verdiği vakur bir görüntüsü vardı.
Evet, gam ve kedere veya meçhule ilerlemenin verdiği endişelere karşı en büyük zırh nasibe razı olmaktı belki de ve Hatice satır aralarına gizlediği bu teslimiyeti ile yeniden bir ders vermişti babasına.
Galiba geleceğe dair muradları kalmayan insanlar, hem ölüm karşısında daha cesur görünüyorlar, hem de başlarına gelebileceklere daha kolay razı oluyorlardı.
Usançlı bir eda ile derin bir nefes alan Selim Bey, farketmişti.
Hatice, sözleriyle gönül toprağını ısrarla kazıyor, üzeri örtülü korkularını gün yüzüne çıkarıp hepsiyle hesaplaşmak istiyordu.
İmtihan dünyası insan denen varlığı öyle çetin sınavlardan geçiriyordu ki, nice insanlara “asla yapmam!” dedikleri ne varsa yaptırmış, “o zillet benden uzaktır” dedikleri şeylerle onları rezil rüsva ederek cümle âleme kaç karatlık altın olduklarını göstermişti. Bu yüzden başa geleceklere razı olmak kadar onlara hazırlıklı olmak, bunlara teslim olmak da o kadar önemliydi.
Dudaklarında fısıldadığı “Rabbim, beni de muradına hazır olanlardan kıl” duasıyla, bunları yeniden fehmeden Selim Bey; canından çok sevdiği kızı da olsa, aslında her insanın anlam yüklediği hassasiyetlerinin dokunulmazlıkları olduğunun farkında biriydi. Bu yüzden olan bitene kızının penceresinden bakmış, hikâyesinin hüznüne saygı duymayı tercih etmişti.
Öyle ya, insanın kendisi için uygun gördüklerini başkaları için de uygun görebilme anlayış ve yetisi, bize insanlığımızın hangi basamakta olduğunu anımsatmıyor muydu? Bunun zıddı, olsa olsa kainât kitabına duyarsızlık ve ihanetin belgeleri olarak kayda geçebilirdi.
Aldığı bu anlam ve kararlılık dolu cevapla yüreği acısa da, bu konuyu daha fazla deşip kanatmaya lüzum görmediği için konuyu değiştirme ihtiyacı hissetti ve gönlünün derinliklerindeki yangını haber verircesine müşfik bir ses tonuyla sordu;
“Rüyaları bilir misin kızım?” dedi.
Babasının konuyu değiştirmesi ile, Hatice’nin dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm belirmiş ve gülümsemeye çalışmıştı. Ama bu kez, Selim Bey’in ses tonu hüzün kokuyordu;
“Hani karanlık gecelere gün gibi doğan, üşüyen ruhları örten, yerin dar elbiselerinden soyunup da ruhunu göklerin bereketli sofralarına kanatlandıran ve orda geçmişi, geleceği, olmuşu ve olacağı fısıldayan rüyalar.”
Hatice; merak içinde kafasını kaldırıp, bir çiçek denizi gibi parlayan nemli gözlerini babasının gözlerine iyice dikti.
Oldum olası babasıyla ne zaman göz göze gelse, onun nazarı yüreğindeki tüm sıkıntıları çözen ve kaygılarını eriten bir tebessüm olarak yüreğinin derinliklerine akıyordu. Öyle ya, babalar insanın hayata karşı sıkılmış yumrukları değil miydi?
Ama bu kez yüzünde ve bakışlarında garip rüzgârların esintisi vardı;
“Hayır olsun inşallah babam, rüya mı gördün?”
Selim Bey, gözlerini kızının hapsinden kurtarmış ve boşlukta asılı bırakmıştı ama boşluğa baktıkça gözleri büyüyor ve yüreğindeki telaş çarşısı, o berraklıkta sözlerinden okunabiliyordu;
“Epeydir geçmişimle hesaplaşıyor ve yüreğimin kızgınlıklarını soğutmakla meşgul oluyorum. Rabbime ne kadar şükretsem azdır. Daha dün, kör bir kuyunun dibinde çaresiz ve mahpustum. Rabbimin inayetiyle, kim bilir hangi garibin duası makbul oldu da Mustafa beni buldu ve asla kapanmaz dediğim yaralarıma merhem oldu. Dünya meşgalesi ve kaygılarımın hakikatle aramda ördüğü o kalın perdeyi araladı ve benim tutulmuş dizlerime, kör olmuş gözlerime derman verdi. Yaşarken ölmüş şu biçarenin yeniden hayat bulmasına vesile oldu. Biliyorum ki yaşamım boyunca tüm varlığıma rağmen bulamadığım ama ısrarla aradığım bu saadetin bir mucize gibi çıkıp gelmesi Rabbimin bana çok büyük bir lütfu. Rabbim onu rahmeti ve merhameti ile kucaklasın ve sizi cennetinde buluştursun”
Hatice, dudaklarında içli ve sessiz bir ‘amin’i yutkunmuş ama babasının nereye gelmeye çalıştığını anlayamamıştı;
“Baba, rüya gördüm demiştin”
“Ah benim güzel kızım! İnsanın bedeninden buharlaşıp uçan, kirpiklerinden asılıp en demli ıstıraplarla sökülüp düşen, bir damla gözyaşından daha değersizmiş sonunda mazi adını alan zaman. İnsan benim yaşıma gelince artık misafir olacağı bir yer değil, ebedi bir mekân arıyor kendisine. Anneni kaybettiğimiz günden beri, bu daimî mekân hissi hiç bırakmadı yakamı. Rüyam bende saklı kalsın. Bugün daha iyi anlıyorum ki, insanın yalnız geldiği bu dünyada aslında “kendisinden başka kimsesi” olmuyor. Sadece, bana bir şey olursa beni acılarıma annelik eden Yusuf Dede’nin yanına gömün”
Adeta vasiyet kokan sözlerin, satır aralarına gizlenmiş “ölüm” lafıyla; hüzün, korku ve acının hep birlikte aynı anda hücum ettiği duygu sağanağı, Hatice’nin gözlerini yeniden yuvalarından taşacak kadar iri yaşlarla doldurmuştu.
Bu taşkınla kafasını avuçlarının içine gömmüş ve başı avuçlarının içinde bir müddet öylece beklemişti. Kafasını kaldırıp babasının gözlerine odaklanmak istedi ama o gözlere bakacak cesareti bulamamıştı kendinde.
Başı önünde, ölgün bir ses tonuyla “o nasıl söz babam” diyerek konuyu başka bir iklime doğru çekmeye çalıştı ama; Selim Bey, düşündükçe iç yangınlarına tercüman olacak yeni kelimeleri yakalayabiliyor olmanın heyecanıyla konuşmasına müsaade etmedi. Zira içindeki zaptedilemez vahşi atlar her geçen gün içinin çeperlerini daha fazla zorluyor olsa da, o artık gidecek hiçbir yeri olmadığını çok iyi biliyordu.
“Şu dünyada pek çok kula nasip olmayacak derecede büyük bir lütfa mazhar olmuş Rabbimizin ender kullarından biriyim ben evladım. “Neden?” diye soracak olursan babamız Adem’den bu yana ömründeki hayallerinin tamamını gerçekleştiren kaç kul olmuştur ki? Yüreğindeki umutların tamamını yeşerten ve bu sayede ruhu semaya kanatlanan kaç fani göçmüştür bu dünyadan güzel kızım. “Keşke şunu da yapabilseydim” demeden ruhunu emanetin sahibine iade edebilen kaç kişi daha vardır ki? O’na tüm zerrelerimle hamdolsun. Görüyorum ki bizim devrimiz artık sona eriyor ve bu fani dünyanın gurbetsi yükü omuzlarıma ağır geliyor. Bundan sonra zaman denen sır, sizin için işlemeye ve hükmünü kalıcı kılmaya devam edecek. Sen yaşadığın çağa olan borcunu unutma ve layıkıyla yerine getirmeye çalış. Benim en büyük hazinem sensin ki; bilirim, arkamdan amel defterim senin bu farkındalığınla asla kapanmayacak ve cesedim toprakla bütünleşse de ruhum sükun bulacak.”
Babasının bu veda kokulu sözleriyle Hatice’nin yüzünde huzursuz rüzgârlar esmiş, gözleri yuvalarına keder bulutlarını toplamıştı. Yükünü bırakan bulutların akıttığı damlalar, yanaklarından aşağıya süzülüyordu. Duyduğu sözlerin hüzün yükünü taşıyamamış, boynunu iyice bükmüştü. Zira yüreğini yeniden ayrılık kıvılcımları tutuşturmuş, gözlerine bir veda goncası gelip yerleşmişti.
Zihninin duvarlarında yankılanmaya başlayan ses “kim bilir” diyordu, “kim bilir Hatice, belki de asıl sabır, şimdi başlıyor!”
“Bir yerde durmalıyım artık” dedi kendi kendine, “koşamıyor olmaktan ölesiye yoruldu kalbim!”
İlkin gözlerini kapayıp gündüzün rengini bir süre siyaha boyadı. Sonra yüreğinde duanın apaydınlık ateşini tutuşturdu ve o ateşi alevlendirmek için fısır fısır dua üflemeye başladı. Çünkü içinde beliren o karanlık ses; ısrarla zihnini dövüyor, “sen, bu kadar acıyı nereye sığdıracaksın!” diye haykırıyordu!
Duanın yüreğini aydınlatan gücü olmasa, o karanlık sesin fitilini ateşlediği bir ateş topu, sanki boğazından geçip gözünden dışarı çıkacak kadar kuvvetliydi. Bir an, içinden yükselen bu sızıyı bastıramayacağını düşündü ve bir süre öylece bekledi. Yüreğinden kopan feryada tercümanlık yapan duaları ile o karanlık sesin zihnindeki savaşını bir müddet izledi.
İçindeki bu amansız savaşın etkisiyle söyleyemedikleri içinde büyüyor, kelimeler ciğerinden boğazına, oradan beynine çarpa çarpa dolanıyor, birbirine giriyordu. Hıçkırmak, bağıra bağıra ağlamak istiyor ama bu isteğini babasını üzmemek için ısrarla bastırıyordu. Sanki, içindeki kurumuş ağaçta son yaprak da yere düşmek üzere idi.
Babasının son cümlesindeki “benim en büyük hazinem sensin” cümlesi, ondan aldığı gecikmiş bir çocukluk teslimi gibiydi. Oysa şu an; o kadar savunmasız, o kadar muhtaçtı ki şefkat dolu çocuksu bir kucaklaşmaya.
Babasının bu sözleriyle, yeniden fark etmişti. O, hep çocuk kalmak istemiş, ama çocuklaşmak veya içindeki çocuğu hep diri tutmak, küstürmemek ile çocuk kalmak arasındaki ayrımı zaman zaman gözden kaçırmıştı. Ama şimdi çocuk kalmak veya çocuklaşmanın ötesinde artık kimsesiz bir çocukmuşcasına ortada kalakalacaktı.
Neden sonra gücünü toplamaya çalışarak başını istemsizce yukarı kaldırıp oturduğu yerden doğruldu. Gönlüne dolan düşünceler, daha fazla oturmasına müsaade etmemişti. Elinin tersiyle, istemsizce akan gözyaşlarını silerek babasının önüne diz çöktü ve ellerini ellerinin içine aldı. Buruşmuş, cennet benekleriyle dolmuş o pamuk gibi elleri öptü, öptü, öptü. Tüm hücrelerini doyurmak istercesine uzun uzun kokladı ellerini. Gizleyemediği şey ise, öptüğü ellere akıttığı gözyaşları idi.
Galiba Hatice gibi insanlar, hayata sığmayacak kadar çok büyütüyordu kalbini. Zira yalnızlığını gizleyebilmek için yürek ülkesine ‘ne kadar kalabalık’ gerekir bilmiyordu! Sanki asırlardır ucunu ele geçirdiği bir ‘ah’ı çeke çeke içinden çıkarmaya çalışıyordu.
Türlü düşünceler ve tehlikeli kelimeler resmigeçit halinde zihninden kalbine akmaya devam ediyor, gönlünden taşıp dudaklarından boşalmak istiyordu. Ağlamaktan düğümlenen boğazından çıkan boğuk bir sesle, nemli bakışlarını yeniden babasının gözlerine misafir bıraktı;
“Ölüm bana ilk defa sokulmuyor babam. Çünkü ben sevdiklerimin acısı ve hasreti ile çok kanadım. İlkin Mustafa, sonra ninem, sonra annem, sonra Yusuf dede. Rabbim hepsini rahmet ve merhameti ile kucaklasın. Bu kayıpların dinmez kederi sol yanımda taş gibi duruyor. Ben Tuğba’nın sancısı ile kıvranırken, şimdi de sen gitmekten ve beni bir başıma koymaktan söz ediyorsun. Hep batışlara şahit olan ama ısrarla doğuşları bekleyen ve hasretler biriktiren yüreğim, bildim bileli karakışa teslim. Üzerime, yüreğime, sözlerime sinen hüznün sebebi bundan başka bir şey değildir.”
Selim Bey, gözlerinin bendini yıkacak kadar dolu bir bakışla, Hatice’nin başını kaldırıp yüzünü avuçlarının içine almış ve kızının soluğunu hissedecek kadar yakınlaşmıştı. Elleri, yorgun hareketlerle saçlarını şefkatle okşuyor, gözlerinin derinliklerine merhamet dilenircesine bakıyordu.
Hayatının, kendisini toprağa doğru çeken o büyük ağırlıkları o kadar canını acıtıyordu ki, yanı başından havalanan kuşların arkasından bakmaya bile içi dayanmıyordu artık.
Çok geçmeden onun da gözyaşları taşarak iri iri damlalar halinde yanaklarına doğru akmaya başladı. En son, annesi vefat ettiğinde saklayamadığı gözyaşları, şimdi kızının avuçlarını ıslatıyor; baba kız, belki de ilk defa bu kadar duygu yüklü bir tablo ile karşı karşıya kalmış olmanın hüznü ile kıvranıyordu. İkisi de yüzlerinde derinleşen kederi saklayamaz halde idiler ve her bir karesine hatıralarının sindiği ev, adeta bu masumiyet tablosu içinde inliyordu.
Hatice, gözlerini babasının ıslak gözlerinden ayırmadan bir eliyle babasının akan gözyaşlarını siliyor, öbür eliyle de babasının elini “beni bir başıma bırakma” dercesine daha sıkı kavrıyordu. Titrek sesi ise, babasını ağlarken görmenin sancısıyla bulutlanan gözlerinin yeniden taşacağını ikaz ediyordu;
“Mustafa “ağlamak, ruhu temizlemektir” derdi. Ruh, temizlendikçe masumiyetine dönermiş. İnsan, ağladıkça ve gözyaşları insanın ruhunu temizledikçe içimizde verdiğimiz savaşlara yer açılır ve hayatın zorlukları karşısında mücadele etmeye yeniden güç toplarmış. Hatta ‘kuyumcu terazisinde dahi tartılamayacak hafiflikte iki damla samimi gözyaşı, ruhun enkazlarına dair ne çok şey silip süpürür’ diye de eklerdi.”
Babasına, “karşımda ağlaman güçsüzlük işareti değil” mesajını fısıldayan bu cümlelerden sonra, küçük bir kız çocuğu gibi başını babasının dizine yeniden koyup aynı hazin ses tonuyla devam etti;
“Sen ki babamsın, atamsın. Benim hayata, hayatın acımasızlığına ve bu paslı iklime karşı sıkılmış tek yumruğumsun. Ben, başıma ne gelirse gelsin yüreğimi umutla sarmalamayı, bu umudun inancıyla mayalamayı senden öğrendim. Haram lokmaya tevessül etmememin, kul hakkına riayet etmemin, hiç durmaksızın üretmemin, kalp kırmamayı önemsememin ruhumda bıraktığı derin izlerin mimarı sensin. Özellikle annemin vefatından sonra; her akşam eve geldiğimde kapıda gördüğüm ayakkabılarının, içime nasıl bir huzur ve emniyet duygusu verdiğini kelimelerle anlatmam mümkün değil sanırım. Ancak bilirim ki, yaşadığımız hayatta bize yakınlığı değişmeyen tek şey ölümdür ve her varlık bir ecelle doğuyor. Hepimiz bütün ruhların aktığı yöne doğru akıp duruyoruz. Bil ki ben senden razıyım babam, Rabbim de senden razı olsun ve seni başımdan eksik etmesin.”
Selim Bey, bu duygu yükü ağır manzaraya daha fazla tahammül edememişti. Çuvala sığdıramadığı minareyi gönlünde saklamaktan yorulmuş bir halde ayağa kalkarak pencerenin kenarına gelmiş, açtığı pencereyle daralan nefesine temiz hava aldırmıştı. Pencereden uzaklara dalıp gitti bir süre. Zihin heybesi ağzına kadar doluydu.
Her ne kadar kızının karşısında güçlü durmaya çalışsa da, duyguları tetiği daha hızlı çekmişti ama pencereyi açması iyi olmuş; yüzünü yalayıp geçen serin esinti onu bir nebze olsun rahatlatmış, kendini toparlamasına yardımcı olmuştu.
Hem “haberci” olduğuna inandığı rüyanın etkisi, hem Hatice’yi yalnız yakalamış olmanın sevinci, hem de üzerindeki hüznü dağıtmanın gayretiyle gözlerini astığı boşluktan alarak kızına ardı ardınca nasihatlerde bulunmaya, yüreğinin sancılarını sağmaya devam etti;
“Kökü gençlikten beslenen asırlık bir çınar gibi ömür dediğimiz şey kızım. Beden yaşlanıyor evet ama gönül asla. Sanırım yaş ilerledikçe ve insanın farkındalığı arttıkça, ruhumuzla birlikte bedenimiz de geldiği yere çeviriyor bakışlarını. Ruhumuzun menzili, kavrayışımızın çok ötesinde ve bu yüzden ölüm dediğimiz şey de hayatın meyvesi sanırım. Nereden gelmişsek oraya döneceğiz şüphesiz. Ömür dediğimiz muamma, iyilik ve kötülük adına bütün biriktirdiklerimizle Hakk’ın huzuruna çıkmak için geldiğimiz yere dönmek adına yaptığımız kısa bir seyahatten başka nedir ki?”
Belli ki; kaygılarını, telaşlarını ve hüzünlerini kızıyla paylaşmak, onu yalnızlığına ve yüreğinin sancılarına arkadaş kılmak istiyordu. Gözlerini yeniden boşluğa astı ama onların hayatın en gerilerine doğru akmasına engel olamadı. Mevsimler değişiyor, etrafındaki kişiler farklılaşıyor ve zaman hızla geriye doğru sarıyordu. Gözünden akan yaşlar çoğalınca pantolonun arka cebindeki mendili çıkarıp onları sildi.
Kızıyla yaptığı belki de baş başa bu ‘son konuşma’ gönül denizinin dibine çökmüş olan bütün duygularını ve hatıralarını hareketlendirmişti. Bu yüzden olsa gerek, sevincin ve hüznün arasına sıkışmış hatıraları yeniden yaşıyordu sanki.
Yüreğinde kopan tufanın biraz yatışmasını beklercesine bir süre daha sessiz kaldı. Hüznü, içindeki aşılmaz duvarları yıkmış, yüz hatlarında kederin akıl almaz çizgileri kaynaşıyordu.
Nitekim az sonra derin bir nefes alarak kendisini toparladı. Az da olsa kalp sızısını unutturan bir tebessümle yüzü rahatlamış gibiydi ama o rahatlıktan bile kederini okumak mümkündü.
Yeniden kızına döndü ve etrafa buğulu pırıltılar serpiştiren gözlerini, kızının gözlerine kenetledi. Hatice de insanı adeta mıktanıs gibi çeken, muhabbet dolu o bakışa bırakmıştı gözlerini. Babasının göz bebeklerinin nihayetsiz derinliklerinde şimdiye kadar göremediği, çözemediği manaların akislerini seyrediyordu.
Selim Bey’in dudakları, buruk bir acıyla seyirerek mahcup ezik bir lisanla yüreğini yeniden sağmaya devam etti;
“Aslında hiçbirimiz ölümle de hayatla da barışık olan ve yaşadıkları çağın karanlıklarına her biri kendi nasibi ve çabasınca ölümsüz kandiller yakarak toprakla kucaklaşıp ötelere göçen, bize “yaşama ödevini” hal diliyle hep anımsatan Yusuf Dede, Mustafa gibi hikmet ehlinden, o gönül medeniyetinden tümüyle habersiz değiliz kızım.
Ama bilmekle olmak arasında epeyce fark var olduğunu ben Yusuf Dede’den, senden ve Mustafa’dan öğrendim. Kalbimdeki buzlar sizin sayenizde çözüldü. Kalıcılık yurduna selamı ben sizden öğrendim. Sizin yaktığınız ümidin kandilleri, çok geç olmadan karanlık dünyamı aydınlattı. O karanlık aydınlandıkça “bilip de olamamanın” sızısını derinlerimde hissettim."
İç içe geçen ve her biri diğerini besleyip büyüten gönül depremlerinin kaynağı olan mazisine dair zihninden geçenleri kurcaladıkça hayatını da sanki bir şekilde temize çekiyor, yeni baştan her zerresiyle ikrar ediyordu.
Yıllar boyu hep süfli arayışlar içinde olmuş, acı tecrübeler neticesinde sahip olageldiği herşeyin sahteliğini idrak edince gerçeği talep edebilecek cesareti kendinde bulabilmişti. Bu yüzden de düşüncelerini, hislerini sıraya koyup her biriyle tek tek ilgilemekten bile acizdi. Ama gözüne görüneni, gönlüne düşeni, zihninde belirenleri aramaya ısrarlıydı.
Fark ediyordu. Eliyle, diliyle ortaya koyduklarının esiri olmak veya tüm ömrü boyunca emek sarf ettiklerine bağlanmak, zaman içinde failinin putu haline gelebiliyor; kişilere verilen nimet bir süre sonra külfet olabiliyordu. Yaratılan her insanın, kendisine ulaşan nimetlerin yüceliğince sırf temizlenmesi için git gide çetinleşen imtihanlarla sınanmasının sebebi belki de buydu.
İlk kez bu kadar ağır bir yüzleşmeyle kendisini yaralıyor, kuyruğundan yakaladığı nefsini girdiği karanlıklardan çıkarmaya çalışıyordu.
Peki ya tüm bunların farkına varmasaydı ve yüreğini karartan benlik virüsünü Yusuf Dede ve Mustafa sayesinde keşfetmeseydi?
İçi acımıştı. Daha da vahimi şu yaşına kadar kaçırdıklarını nereye saklayacak, kendisini ne ile aklayacaktı? Evet, can kuşu henüz tendeydi ama teni dahil yeni olan ne varsa eskimiş, elini attığı her ne varsa teker teker batıp gitmişti.
Vakit, kendini yoklamanın vaktiydi ya, çuvaldızı kuşanıp derinlere batırdıkça içi kanıyordu. Fark edip şahit oldukça yaşamına dair sorgulamaları, daha derin haller almıştı.
Mustafa’nın inandığı değerler uğruna şehadete koşar adım gittiği günden beri, o da böylesi bir şehadeti arzulamış ve canından geçmişti ama rıza makamından canının karşılığında neyi satın alabileceğini hiç dert edinmemişti.
Can emanetinin asıl sahibi şu an emanetini geri almak için meleğini yollasa, altmış dokuz yıllık ömrünün meyvesini iyi kötü tahmin edebiliyordu. İçinden aynı nakaratla yükselen sesler “ama!..” diye çıkışsa bile yaşamış olduğu hayatta devlet, millet ,vatan kurtarmak uğruna çabalarken kendini ve ille de gönül coğrafyasını hepten ihmal etmişti.
O an Mustafa’nın sesi tırmaladı kulaklarını;
“Selim Amca! İnsanların ezici bir çoğunluğu dünyayı tamir edeceğim diye ömür denen sermayeden çalarken, öteler için taş üstüne taş koyamıyorlar. Mamur ettikleri bir yerden harap bırakılmış bir yere gitmek istemedikleri için de ölümden korkuyorlar!”
Tüm bunların baskısı altında iyice büzülürken bu pişmanlık dolu itirazları bastırabilecek elindeki yegane silahı olan Rabbinin rahmetine olan derin ve artık sarsılmaz inancını anımsadı. İmdadına yetişen bu anımsayış gönlünü yatıştırmıştı.
Tekrar kızına döndü ve gönül telinden aynı nağmeleri yükseltmeye ve yüreğini son kez de olsa kızına sağmaya devam etti. Sözün mecrası apaçık belliydi artık;
“Çünkü, ben de uzunca bir süre kaba güçle saf tutan ve ötekinin iniltilerinden zafer nidası inşa edenlerin safında yer aldım. Ama kendimi hep oraya bırakılmış bir yanlışlık gibi hissettim. Evet, bugün biliyorum ki; nefes alıp vermek, dünya ile alışverişe girmekmiş ve insanın bu alışverişteki görevi, dünyaya mamur etmeye çağıran kalemin sahibine boyun eğmek, ötelerde arzuladığı cenneti bu dünyada inşa etmekmiş. Ancak, güzelden haberdar olanlar güzelleştirebilirmiş ve var olmak, yok olmayı göze alabilenlerin nasibiymiş.
Kim bilir, nerde hangi vakitte ettiğim bir dua makbul oldu da; ben ötelere göçmeden zenginliğin, zevklerin, şan ve şöhretin yalan dünyasından sıyrılarak hakiki değerlere dönebildim. El uzattığım hangi mazlumun çağrısı kabul gördü de erdemin, tefekkürün, empatinin, diğergamlığın ve kanaatin değerlerine ulaşabildim. Ruhum bu sayede nefes almaya başladı ve varlığın çağıldayan coşkusuna eşlik etmeyi öğrendim.
Bugün anlıyorum ki iman eri olmanın da, her nimet gibi bir bedeli var. Kimi Mustafa gibi doğrudan hem canını veriyor hem de canından bir parçayı bu dünyada bırakıyor; kimi yıllarını verip kalemi ve kelamıyla dirsek çürütüp aşa, eşe, uykuya hasret bir şekilde kendini eritiyor.
İşte bu yüzden şu aciz halimle, akledebilen bir kalbin bana ne büyük bir lütuf olduğunu farketmiş biri olarak şükrediyorum Rabbime. Ruhlarınızla da bir akrabalık kurma, ümidin kandilinde birlikte aydınlanabilme imkânı verdiği için!Çünkü sizin gözlerinizdeki ışık, benim karanlıklardaki ruhumun güneşi oldu!Son nefesimi vermeden gönlümü mamur edebilecek zaman ve zemini sunması için duacıyım Rabbime!”